11 Ekim 2011 Salı

Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz

Her yıl haziran ayında dünya genelinde anneler günü kutlanıyor.

Ülkemizde de giderek yaygınlaşan bu kutlama bir günlüğüne de olsa annelerin farklı bir şekilde hatırlanmasına, evlatları üzerinde olan haklarının önem ve değerinin bu vesileyle öne çıkmasına neden oluyor.

Müslüman toplumlarda anne kavramının çok daha saygın bir yeri var.

Şüphesiz ki annenin senenin bir gününde değil, her gününde hatırlanması ve gereken ilginin gösterilmesi gerekiyor.

“Cennet annelerin ayakları altındadır” hadis-i şerifi annenin önem ve değerini vurguluyor.

“Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” atasözü de annenin önemine atıfta bulunuyor.

Bağdat’ın önemi ise geçmiş asırlarda fiziki olarak şehirciliğin ve medeniyetin şekillendiği örnek bir şehir olmalı ki bu atasözünde yerini almış.

Bağdat’ın asıl önemiyse bağrında bulundurduğu manevi değerlerin ve şahsiyetlerin varlığından ileri geliyor. Çok sayıda manevi değeri yüksek olan rehber insanları bağrında bulunduran bir şehir. Ama gel gör ki basiretsiz liderlerin şahsi ihtirasları neticesinde Bağdat bugün kan ağlıyor…



Liderlerin bir özelliği de duygu yüklü olmaları.

Duygusallık liderliğin bir parçası, bir bakıma onu başarıya taşıyan bir vasıta.

Kimisi şahsi ihtiraslarını, ikbal ve istikbalini ön planda tutarken, kimiyse ülke ve insanlarının dertleriyle hemhal oluyor.

Geçmişte de, günümüzde de bunun örneklerini görmek mümkün. Şahsi menfaatinden başka bir şey düşünmeyenlerin geride bıraktıkları zulüm, kan ve gözyaşı ve bunun neticesi olarak birer birer yıkılıp gidişleri.

Mevcutların da buna rağmen ders alamamaları, bu da onların sağlıksız bir ruh haline sahip olduklarının göstergesi oluyor herhalde.

Liderliği kişisel ihtiraslarına araç edinenlerle, kendilerini milletine ve ülkesine adayanların arasındaki fark ise geride bıraktıkları eserlerinde kendini gösteriyor. Bir tarafta varlığını sürdürmek için zulüm ve baskı kullanarak şahsi menfaatlerini devam ettirmek arzusunda olanlar, diğer tarafta ise milletin gönlünde taht kurarak milletiyle gülüp, milletiyle ağlayanlar.

Ülkesine, milletine hizmet etme aşkıyla dolu olanlar...

Kara bulutların gökyüzünü kapladığı, şimşeklerin çaktığı anların hemen arkasından nasıl sağanak boşalması oluyorsa, insan ruhunu saran kara bulutların şimşekleri ise duygusal anlar, duygusal konuşmalar. Eğer bu an insanın en yakınının ölümü olursa duyguların sağanağa dönüşmesi de kaçınılmaz oluyor.

Her nefis ölümü tadacaktır fermanının gereği olarak, Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın valideleri de Hakkın rahmetine kavuştu.

Sayın başbakanın cenaze namazının arkasından helalleşme safhasında duygularına hâkim olamayarak gözyaşlarına boğulması ise dikkatleri çeken bir husus oldu.

Duygusallığın başarılı, karizmatik ve kendisini ülkesine adamış bir lider için gayet normal bir vasıf olarak değerlendirilmesinden daha tabii bir durum da olamaz.

Bu vesileyle Sayın Başbakanımıza sabr-ı cemil dilerken, muhterem annelerinin kabrinin de cennet bahçelerinden bir bahçe olmasını niyaz ediyoruz.

Ölüm ebedi bir yolculuk, geriye dönüşü olmayan bir yoluculuk; Yahya Kemal’in bilinen şiiri ‘Sessiz gemi’ ise ölümü şiirsel olarak anlatan güzel eserlerden biri…

Sessiz gemi

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.

Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden


Temennimiz gidenlerimizin de gideceklerimizin de yerlerinden memnun olmaları…

6 Ekim 2011 Perşembe

Yeni yasama dönemi

Yeni yasama dönemi 1 Ekim itibariyle başlamış oldu. 12 Haziran 2011 genel seçimlerinin ardından yeniden şekillenen ve yüzde 95 temsil gücüne sahip olan parlamento, ülkemiz vatandaşlarının sorunlarının tartışılıp, yine bu ülke insanlarının demokratik yollarla seçip meclise gönderdiği temsilcileri tarafından çözüme kavuşturulacak.

Toplum kesimlerinin de beklentisi elbette sorunların meşru çözüm zemini olan Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılması.

Ülkenin dört bir yanındaki vatandaşların sorunları meclisteki temsilcileri vasıtasıyla mevcut yaslar çerçevesinde çözüme kavuşturulacak.

Sorunları çözmede önemli bir yol ise diyalog yolunun açık tutulması olacaktır.

Bizim gibi kalkınmakta olan ülkelerde milletin temsilcilerine, özellikle yürütmeyi temsil eden partinin milletvekillerine daha çok iş düşmekte.

Milletvekillerinin önemli görevlerinden biri de seçmenlerini dinleyip çözüm yolları üretmek.

Bu husus sorunların fazla olduğu bölgeler için daha çok önem taşımakta.

Yıllar öncesindeki milletvekili profili yerini çözüm üreten bir yapıya bırakmış görünüyor.

Şimdi meselelere daha açık ve daha gerçekçi politikalarla yaklaşılmakta. Meselelere o eski sümen altı bakış anlayışıyla yaklaşım geride kaldı.

Millete hizmet elbette daha çok iktidar milletvekillerini ilgilendiriyor…

Gerçi ne kadar çözüm üretilirse üretilsin bunun sonunun gelmeyeceği de ayrı bir gerçek.

Hayat devam ettikçe sorunlar ve sıkıntılarda hayatın bir parçası olarak devam edecektir. Ancak katlanılacak ve katlanması mümkün olmayan sıkıntılar var. Önemli olanın çekilemez olanların bir an evvel bertaraf edilmesi ve diğerlerinin de asgariye düşürülmesi anlayışıyla hareket edilmesi.

Ülkemizi en çok uğraştıran ve aynı zamanda gelişmesini ve huzuru önleyen en önde gelen sorunun terör olması nedeniyle, bu hususta bölge milletvekillerine daha çok iş düşmekte.

Söz konusu bölge insanını terör konusuna karşı bilinçlendirmek ve özellikle içinde bulundukları sorunların ırkçı esaslı bir yaklaşımla değil de, daha gerçekçi bir yaklaşımla çözülebileceğinin öneminin anlatılması görevi milletin temsilcilerine düşmekte.

Tabi bunun yanında sivil toplum kuruluşlarının gerek terör ve gerekse diğer sorunların çözümünde önemli rolleri olacaktır. Şüphesiz terörün olmaması halinde bölge kalkınması hız kazanacak ve bu ölçüde sıkıntılar giderek yok olacaktır.

Ülkemizin yeni yasama döneminin başlamasıyla meclisin önde gelen gündem maddelerinden biri de uzun yıllardır konuşulan yeni bir anayasa hazırlamak olacak.

Yıllardır tartışılan mevcut anayasanın bir an evvel değişmesi artık bir zaruret haline gelmiş. Yerine göre yürütmenin elini kolunu bağlayan maddelerin kaldırılarak ülkemiz ve insanlarının menfaatlerini koruyan ve kollayan maddeleri içeren yeni bir anayasa herkesin beklentisi…

Bu husustaki eksikliği ve sıkıntıyı en çok hisseden ise yürütme olmalı.

Daha demokratik bir anayasa yapmak yürütmenin önündeki engelleri kaldırarak sorunlara daha çabuk ve daha köklü çözüm üretme imkânı sunacak. Taşların yerine oturduğu, her kurumun kendi görev alanı içinde kalarak ve kendi alanındaki gelişmesini teşvik edecek bir anayasa aynı zamanda ülkenin kalkınmasını hızlandıracaktır.

Önemli olanın temel insan haklarını bünyesinde bulunduracak bir anayasanın yürürlüğe girmesi ve uygulama aşamasında toplum vicdanında yara açmayacak bir metni içermesi.

Bizim gibi mozaik bir toplum yapısına sahip olan, ama temel değerlerde ortak bir paydada buluşabilen toplumlar için yapılacak yeni bir anayasada bu özellik göz önünde bulundurulacaktır.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Cem-i zıddeyn muhaldir

Terör, çevreye ezici öfke ve korku hissi salma faaliyeti olarak tanımlanıyor. Çevreye aşırı korku salarak o yörenin insanlarını politik amaçlar için kullanmak.

Çirkin gayelerini gerçekleştirmek amacıyla bunu yaparken vitrinini de insani söylemlerle donatmak.

Dilinden demokrasi ve insan haklarını bırakmazken, elinden de silahı eksik etmemek.

Hiç gereği yokken gereksiz yere düşman kampları oluşturup, ondan sonrada barış ve demokrasi mücadelesi istemek.

Hem demokrasi, barış ve insan hakları kelimelerini dilinden düşürme, hem de her türlü silahla kan akıtmaya devam et.

Bu ne yaman çelişki!

Veciz bir söz var, ‘Cem-i zıddeyn muhaldir.’ Yani iki zıt şey bir arada bulunmaz.

O zaman bu söylemlerin biri göstermelik oluyor. Barıştan yana olanın silahı bırakması gerekir, bırakmadığına göre barış ve demokrasi söylemlerin inandırıcı olmaktan uzak durur.

Bu işte alabildiğine, künhüne varmış bir samimiyetsizlik var. Ya da bu konuda irade kullanımında bir sorun var. Sanki ipler başkasının elindeymiş gibi bir görüntü veriliyor.

Bu şekilde bir organize, bu derece güçlü bir lojistiğe sahip olmak üç beş kişinin bir araya gelmesiyle olamayacağının bir bakıma ispatı oluyor. Demek ki barış konusunda ciddi bir irade ortaya koyulmadığına göre, bu büyük organizasyonun arkasında büyük güçler duruyor…

Yaşananlar bu ülkenin geleceği üzerine kurulmuş çirkin hesapları olanların derin bir organizasyonun ipuçlarını veriyor.

Ta başından beridir bu esas gaye vitrinin arkasında yerini alırken, vitrinde ise cezp edici kelimeler yanıp sönüyor.

İşte son zamanlarda azan terör eylemleri başlangıç yıllarındaki zorlamayla taraftar kazanmak için yapılan eylemleri hatırlatıyor.

Bilindiği gibi, sözde savunuculuğunu yaptığı halkı uğruna eline silahı alarak önüne kim çıkarsa tarayıp geçerek, sindirme hareketi yaparak taraftar toplayan örgüt, konumunu sağlamlaştırdıktan sonra yanında bulduğu kişilere silahını çevirmekten vazgeçmişti. Zorlama ve sindirmeyle bir kabul görme süreci yaşanmıştı.

Ortada fol yok yumurta yokken, durumdan vazife çıkararak kendine görev biçen örgüt birilerini kurtarma çabasına girişerek bu uğurda çok kan dökmüştü.

İşin aslında ise başkalarının ülke üzerinde derin hesapları vardı.

Öyle ya, meselenin kolay tarafı varken durup dururken ortaya atılmanın ne gereği vardı ki. Organize işler varken, kendini açık etmenin bir anlamı da yoktu. Oyun planlamış, oyuncular ve saha belirlenmişti, plancılar ise kapalı tribünlerde maçı seyrediyorlar.

Hazıra konmak dururken, taş atıp da kolunu yormaya ne gerek var.

Fırat cephesini bundan daha kolay almanın yolu olabilir miydi? Çantada keklik misali,

öbür geçe zaten hazır sayılırdı; bu taraftaysa avlanması gereken daha çok keklik vardı…

Dile kolay 30 yıl. Boş yere nice ocaklar söndü, nice hayatlar baharında yok oldu, nice yürekler dağlandı, göz pınarları ağlamaktan kurudu.

Sen istediğin kadar iyi niyetli davran istediğin kadar cömert davran, hoşgörülü davran, öyle bir kin tohumu ekilmişti ki ayrık otu gibi yayılıp kökleşmiş, söküp atmak ise mümkün görünmüyordu. Karşıdaki öyle bir şartlandırılmış ki gözü öldürmekten başka bir şeyi görmez olmuş. İradesinin kendi elinde olamayacağını ve iplerin perde arkasındakinin elinde olduğunu kestirememişti. Başkaları tarafından zincire vurulmuş bir iradenin doğru karar verme imkânı da olamazdı.

Bozuk plak gibi bir taraftan aynı şeyler tekrar edilirken, diğer taraftan eller tetikten düşmüyordu. Zaman zaman biraz merhamet damarı canlanmaya başlasa öldürme güdüsü ağır basarak hemen devreye girmeye başlıyor…

Netice olarak eğer yöre halkının hakları o söylenen demokrasi ve insan hakları çerçevesinde aranmış olsaydı, bölgenin refah seviyesi şu anda bulunduğu şartların çok ötesine geçmiş olacaktı. Bu gerçek, aklı başında olan herkes tarafından kabul ediliyor. Zaten eli silahlı olanlar için yörenin kalkınması, refahı, istihdamı diye bir meselesi yok; onların derdi bağcı dövmek. Bölgenin yüksek kalkınma potansiyelinin atıl kalmasını sağlamak. Kozları kaybetmemek. Yoksa ne demokrasi, ne insan hakları ve ne de barış… Bunlar hedef saptırmak için en güçlü söylemler, çirkin emeller için en önde gelen koruyucu kalkanlar.

Gelinen noktada bölge halkının gerçekleri görüp sağduyu ile teröre karşı koyması ve böylece aydınlık geleceklere kavuşmanın zeminini hazırlamasıdır… O zaman barışa ve insan haklarına tam olarak kavuşulacak, o zaman huzur, kalkınma ve refah gelmiş olacak.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Küresel karizma

Kişisel ihtiraslar ve yanlış politikaların neticesi olarak, yaklaşık bir yüzyıl önce yedi düvele karşı savaşmak zorunda kalan 600 yıllık cihan devleti olan Osmanlı İmparatorluğu parça parça koparak dağılıyordu.

Ajanlar Osmanlı topraklarında cirit atarak, her türlü bölücülük ve fitne tohumlarını serperek amaçlarına ulaşmışlardı.

Asırlarca birlikte yaşadığımız dini, inancı, kültürü ve tarihi aynı olan geniş bir coğrafyaya yayılan imparatorlukta bulunan milletler sözde bağımsızlık ve hürriyet söylemleri ile Osmanlı baskı ve boyunduruğundan kurtulmak için ayrılmaya teşvik edilmişti.

İmparatorluk parçalanmış, özü ise bugün içinde bulunduğumuz topraklarda kalmıştı. Bir müddet dondurulan ecdadımızdan kalan o öz ve ruh nihayet çözülmeye başladı. Yine mazlumlara el uzatmaya, onları içinde bulundukları zor durumdan kurtarma gayret ve çabası içine girdi. Bunun örneklerini son yıllarda dünyanın çeşitli yerlerinde görmeye başladık…

Daha iyi bir gelecek için bölücü ve fitne oyunlarına gelerek o dönemin parçalanma hareketine önayak olanlar belki de kişisel olarak bile olsa hayallerine ulaşamadılar. Emellerine ulaşanlar ise sömürgeci devletler olmuştu.

Bağımsızlıklarını kazandıklarını sananların her biri birer kapalı toplum olmuş, çoğu sömürgeci ve despot, ya da onların kuklası konumunda olan yöneticilerin idaresinde öncekine göre çok daha kötü duruma düşmüştü. Bağımsızlık teranesiyle onları kandıran güçler geçtiğimiz bir yüzyıl boyunca tabii kaynaklarını sömürmüş ve asıl sahipleri ise sefalet içinde yaşamışlardı.

Dirayetli ve istikrarlı yönetimlerden yoksun olarak yönetilen bu milletlerin yanlarına kalan ise kan ve gözyaşı olmuştu.

Bu onlar için çok pahalı ve telafi edilemez bir tecrübeydi.

Şimdi bu ülkelerin bir bölümünde yeni bir döneme girildi.

Uyanış ve diriliş dönemi başladı, gördükleri baskı ve insanlık dışı döneme son vermek için canları pahasına da olsa bu kötü gidişe dur deme sürecini başlattılar.

Günümüz iletişim teknolojilerinin kendilerine sunduğu imkânları da kullanarak, Tunus’ta yanan demokrasi ve özgürlük ateş bildiğimiz gibi diğer ülkeler olan Mısır’a, Libya’ya ve Suriye’ye de atladı. İlk üç ülke önemli ölçüde giriştikleri mücadelede başarı sağladılar. Dünya gerçeklerin gerisinde kalan Suriye yönetimi ise gördüklerinden ders almaya niyeti olmadan zulmünde direnişe devam ediyor, ama nereye kadar... Zulümle abat olunmayacağına göre kötü akıbete mahkûm olmaktan başka çare görünmüyor, eğer demokratik yollarla uzlaşma yoluna gitmezse.

İşte, Osmanlı tarafından baskı altında tutuldukları gerekçesiyle sözde bağımsızlıklarına kavuşturulmuş olan söz konusu ülkelerin bu gerçeği görmeleri ve ibret almaları gerekiyor.

Bu yaşanılanlar umarız, kaynakları zengin, fakat fakir ve hakir duruma düşen bu ülkelerin insanları için ciddi bir ders olur.

Ülkemizle olan yakınlaşmayı amacından saptırarak, yine tekrar 'Osmanlı baskısı geliyor’ tuzağını oluşturup, bu tip oyunlara gelmemelerini temenni ediyoruz. Çünkü bu baskı aldatması yabancı basında işlenerek gündemde tutulmaya çalışılıyor. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın Kuzey Afrika ziyaretinde yabancı basın Osmanlılık konusunu kenarından köşesinden tutarak gündeme getirmeye çalışmıştı.

Sayın Başbakan Erdoğan’ın ‘Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelere yaptığı geziler bir değişimin, yeni bir dönemin başlangıcı olduğunun işaretini veriyor; hem ülkemiz, hem bölgemiz ve hem de dünya için…

Gezinin bir başka dikkat çeken tarafı ise, karizma ve liderlik vasfının ülkemiz sınırları içinde tescillenen başbakanın, bu geziyle bu vasıfları yabancı basında yer alarak küresel olarak da tescillenmiş oldu. Ustalık dönemi şahlığını göstermeye başlarken, bu arada talandan mal kaçırmaya çalışanların da mat oluşu gözlerden kaçmıyordu.

Temennimiz Arap Bahar’ını yaşayan bu kardeş ülkelerin bir an evvel istikrarlı bir yönetime kavuşmaları.

13 Eylül 2011 Salı

Niyet hayır, akıbet hayır!

Tarım alanında ede ettiği tecrübelerini sanayi alanına taşıyan Gaziantep, Kurtuluş Savaşında yazmış olduğu kahramanlık destanını ekonomik savaşta da yazıyor.

Gaziantepliler ruhlarında taşıdıkları mücadeleci yapılarını ekonomik alana aktararak iş yaşantılarında da örnek gösterilecek bir başarıya imza atmışlar, atmaya devam ediyorlar.

Bu girişimcilik ruhu Gaziantep’i Güneydoğu bölgemizin önde gelen illerinden biri yapmış.

Sadece bölgesinde değil ülke genelinde tarımsal ve sanayi üretimi ile öne çıkarak hem bölgesine ve hem de ülke ekonomisine katkıda bulunuyor. Bugüne kadar anlamsız konulara şartlanıp kalmamış ve yan gelip yatarak her şeyi devletten bekleme saplantısına kilitlenip kalmamış.

Antepli yapısındaki girişimcilik meziyetiyle sahip olduğu kalkınma dinamiklerini harekete geçirmesini bilmiş.

Ekonominin temel kuralı olan kaynakların verimli kullanılması prensibinden hareketle kalkınma ve gelişme potansiyellerini harekete geçirmeyi bilmiş.

Eldekilerle nelerin yapılacağını iyi hesap etmiş doğru karar ve doğru yatırımlar yaparak her geçen yıl üretim ve ihracatını artırmış. Yatırımlarını sadece il sınırları içinde tutmamış, ülkeye yaydığı gibi sınırları aşarak ülke dışına taşıma başarısını göstermiş.

Ülke içinde özellikle ev tekstili, halı ve mobilya alanında yaptığı yatırımlar ve ürettiği ürünlerle Türkiye’deki tüketicilerin beğenisini kazandığı gibi, yurt dışına açılarak küresel tüketicilerin de ihtiyacına cevap verecek üretimler yapmış. Yatırımcı ve işletmeci ruhunu geliştirerek yatırımlarını ülke dışına taşımış.

Sanki ‘Niyet hayır, akıbet hayır’ özdeyişini kendisine prensip edinmiş gibi; bu kıymetli prensip ise vatandaşlarına ve ülkesine yararlı işlerin yapılmasına neden olmuş.

Anlamsız takıntıları kendine rehber edinmemiş. Kafasını kof ve kısır düşüncelerle doldurup meşgul etmemiş. Enerjisini vatanını, vatandaşını, ülkesini seven olarak faydalı şeylere harcamış.

Gaziantepli işadamları bu üretken, yararlı düşüncelerini, birikimlerini özellikle komşu illere de aktarmalılar. Hatta bu konuda seminerler vermeliler. Komşu illerdeki sanayi ve ticaret odalarıyla ortaklaşa düzenleyecekleri konferans, seminer ve panellerle bu illerdeki atıl durumda bulunan kalkınma potansiyellerini harekete geçirme konusunda öncülük etmeliler.

“Bakın biz anlamsız fikir ve saplantılarla yıllarımızı boşa geçirmedik, bu ülkeye, millete, bu vatana sevecen düşünce ve faaliyetlerle hareket ettik. Mevcut anayasa, kanunlar bize hangi hakları tanıdıysa ülke sınırları içinde olan herkese aynı hakları tanıyor. Farklılık bizim bakış açımızda, farklılık enerjimizi faydalı ve yararlı işlerde kullanmakta; zararın neresinden dönerseniz kardır. Sizi yanlış şekilde şartlandıranları kulak asmayın, bugüne kadar hem kendinize ve hem de ülkeye yazık ettiniz. Bunca zaman boşa gitti, heba oldu. Artık gerçekleri görme zamanıdır, gafletten uyanma zamanıdır.” diyerek yanlış saplantıları olanlara önemli bir hatırlatmada bulunmalılar.

Zaten içine düşmüş oldukları tuzağın kimler tarafından hazırlandığı ve bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kimlerin ekmeğine yağ süreceğini anlamaları zamanının gelip geçtiğini görmeleri gerekiyor. Yeter ki bazı saplantılardan uzaklaşsınlar.

9 Eylül 2011 Cuma

Sınır tanımaz şımarıklık

Hani şu mahalle aralarında oyuncak tabancalarla mantar patlatan çocuklar var ya! Özellikle bayram günlerinde eğlenmek amacıyla oyuncak tabancalarını patlatıp dururlar.

Bayram çocuklarının bu oyunları bazen de tehlikeli sonuçlara yol açmıyor değil. Çocuk aklı… Biraz da şımarıklık buna eklenince çocuk haklı duruma gelebiliyor.

Bu oyuncak tabancasından mahrum olanlar da vardır; masum masum bakarak içlerinden keşkeler çekerler. Bu acı keşkeleri en iyi bilen ve yaşayanlar ise Filistinli çocuklar. Çünkü onların hayatları oyuncak değil de gerçek silahların hedefinde geçiyor, kurtulabilirlerse...

Çocukların şımarığı olduğu gibi devletlerin de şımarık olanları var. Onların büyükleri de onları şımartıyor. Fakat tehlikenin büyüğü de işte bu noktada başlıyor. Bu şımarık devletlerin masumane niyetlerle yüklü şımarık çocuklardan can alıcı farkı ise oyunlarını son teknolojik silahlarla oynamaları. Şakalarının olmayışı, silahlarının uzak yakın demeden her hedefi vurma özelliğine sahip olması.

Nasıl olsa kimsenin bir şey dediği yok. Çoluk çocuk, büyük küçük demeden rastgele ateş etme şımarıklığını kendilerini verilmiş bir ayrıcalık olarak görüyorlar. Duvar diplerine, köşelere sıkıştırılmış savunmasız çocuklar anne ve babalarının gözleri önlerinde birer birer kurşuna diziliyor.

Büyükleri,”bana bak bir daha yaparsan kulağını çekerim” ikazını yapar yapmasına ama bu şımarık çocuk kısa zaman sonra gene bildiğini okumaya devam eder. Büyüklerinin hoşgörüsünün sınırsız olduğunu bilir. Sınır tanımaz şımarıklık sınırsız hoşgörüden ileri geliyor.

Önüne geleni elinde tutuğu silahı ile gözünü kırpmadan ölüme gönderen bu şımarık çocuk hedefinde kim varsa; ister bebek, isterse çocuk; genç-yaşlı, kadın-erkek demeden savunmasız olan bu insanları yıllardır kendi öz topraklarında sürekli olarak öldürerek işgal ettiği toprakların asırlardır sahibi olan öz evlatlarına parya muamelesi yapıyor.

60 yıldır Filistin toprakları işgal altında kalbura çevrilmiş, Filistin halkı yerlerinden yurtlarından edilmiş, sürekli kan, gözyaşı ve göç... yaşantılarının tabii bir parçası olmuş.

Bu zavallı insanlar en ileri teknolojik silahlarla donatılmış düzenli ordulara karşı en ilkel silahlarla Birleşmiş Milletler insan hakları bildirgesinde yer alan en tabii hakları olan canlarını korumaya çalıştıkları zaman ise karşı tarafa gün doğmuş oluyor. Fırsat bu fırsattır anlayışıyla bu savunmasız zavallı insanları saldırgan olarak nitelendirip saldırılarının dozunu daha da artırıyor. Açıkçası karşısındakine öz vatan topraklarında yaşama hakkı tanımıyor. Bugüne kadar “Ya öleceksin ya öleceksin” prensibiyle işgal ve yok etme anlayışını sürdürmüş.

İşte altmış yıldır her türlü yok etme planını uygulayarak açık hava hapishanesine çevirdiği Gazze’ye ve ölüme mahkûm ettiği Gazzelilere insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine baskın yaparak 8’i Türk, 1’i Türk-Amerikan vatandaşı olmak üzere 9 kişinin haksız yere ölümüne neden olan İsrail hükümeti özür dilememe ve yine bu husustaki Türk hükümetinin diğer yasal taleplerini yerine getirmemek için direniyor.

Nereye kadar mı? Meydanı boş bulursa nihai hedefine ulaşıncaya kadar... O nihai hedef ise kendi ifadelerine göre bir tarafta Nil bir tarafta Fırat.

İşin bir başka çarpıcı tarafıysa yıllardır ülkemizin bir bölümünde yaşadığımız terör olaylarının uygulama şekliyle söz konusu devletin Filistinli vatandaşlara uyguladıklarının ne kadar çok birbirine benzer ve örtüşüyor olması.

Temennimiz insan haklarını sadece kendi insanları için var sayan bu devletin, bu hakkın bütün insanlar için aynı ölçekte geçerli olduğunu kabullenebilmesi.

26 Ağustos 2011 Cuma

Operasyon ülkeyi kangrene dönüştürür








Uzun yıllardır ülkemizi meşgul eden terör görünen o ki sadece bu işten nemalanan belli, küçük bir azınlığın işine yaramıştır. Bu yol meşru olan yasal yollardan menfaat sağlama kapasite, güç ve yeteneğine sahip olmayanların tercihi olmuş.

Akla gelen ilk soru ise, nasıl doğdu bu terör hareketi?

Bu soruyu irdelediğimizde meselenin bugünkü hale gelişinin uzun bir geçmişi olduğu ve bu sürecin terör eylemlerinin başladığı tarihe kadar bilinçli veya bilinçsiz olarak günümüzdeki sonuçlarıyla karşı karşıya kalmamız için planlandığı izlenimi var.

Bu işin çıkış noktası olan birkaç temel noktaya baktığımızda, kalkınmanın ve dolayısıyla istihdamın yeterli olmaması. Yani işin temelinde yatan problem ekonomik olarak görünüyor. Bir başka neden ise sistemli olarak yozlaştırma.

Başlangıç tarihini esas alırsak ekonomik sıkıntıların ülkemizin başka bölgelerinde de var olduğunu görüyoruz. Oran olarak farklılık gösterebilir.

Bölge insanını teröre iten bir başka itici güç ise 12 eylül döneminde uygulanan insanlık dışı işkenceler, sosyal ve psikolojik baskılar… Belki de işin bu yönü meselenin tuzu biberi olmuş. Bütün bu olumsuzluklar sanki bugün içinde bulunduğumuz ortamın oluşması için yapılmış.

İşte belki de bu hazır altyapıyı görenler bu ortamı ve malzemeleri kullanarak ve kendilerine terörü yaşam biçimi seçenlerin de sisteme entegre olmasıyla terörün günümüze kadar gelmesine neden oldu. Arkasında ise telafi edilmez kayıplar bırakarak…

Hakları savunmada demokratik yolları değil de, direkt olarak terörü araç olarak kullanmaları ise aslında bu işteki samimiyetsizliğin en önemli göstergesi. Maksat sanki ‘üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek’ ten başka bir şey değilmiş intibaını veriyor.

Terör örgütünün insanlık dışı baskınları ve yok yere suçsuz insanların hayatını kaybetmesi, bölge insanı üzerinde baskı kurarak taraftar kazanma çabaları da bu işteki samimiyetsizliğin en bariz göstergesi.

Bir başka husus ise beyin yıkama faaliyetleri. Sıcak savaşla beraber psikolojik ve soğuk savaş da başlatılmış.

Başkalaştırma, ayrıştırma, yabancılaştırma ve ötekileştirme süreci sistemli bir şeklide yapılmış. 30 yıldır beyinler yıkanıyor. 30 yıldır temel insan haklarından uzak ırkçı bir hareket bütün yönleriyle devam ediyor. Başlangıçta ırkçılık söylemi ve şuuru bu boyutta değilken bugün mesele sadece ırkçılık üzerine oturtulmuş. Her eylemin ardından işin sempatizanları ırkçılığa dayalı haklar meselesine odaklanıyor. Gösterilmek ve özellikle dışarıya verilmek istenen mesaj hedef saptırıp tek konuyu öne çıkarıp bu şeklide gerek ülke ve gerekse dünya kamuoyunda haklı konuma gelmek.

Bütün bu nahoş gelişmeler etle tırnak gibi birleşmiş bir toplum yapısına sahip olan bu ülke insanlarını özerklik veya benzeri oluşumların tuzağına düşürerek sinsi parçalanma planlarının uygulamaya konulmasını hatırlatıyor.

İstenilen hakların temel insani hakları ile ilgili kısmına denilecek bir şey yok.

Ancak anadilde eğitim konusunun birkaç nesil sonra doğuracağı ağır sonuçları bugünden görmemek mümkün değil, bu ülkemiz adına telafi edilemez yaralar açabilir.

Hakları tamamen bir ırkçılık anlayışı üzerine oturtmanın meydana getireceği onarılamaz sonuçlarını derinden derine düşünmek lazım.

Bu insanların ortak resmi dili Türkçe değil mi? Bu vatan sınırları içindeki bütün mahalli diller ülkenin her yöresinde konuşulmuyor mu?

O zaman bunların hepsine ana dilde eğitim verilmesi mi gerekir?

Bölgede sorunun tek çözüm yolu ağırlıklı olarak ırkçılık üzerine kurulmuş gibi görünüyor. Sanki dil konusu halledilince sihirli değnek gibi bütün sorunlar kendiliğinden çözülmüş olacak. Bir anda yöre insanı refah ve huzura kavuşacak gibi bir izlenim veriliyor ki mümkün değil.

Bu işe önayak olanlar başta olmak üzere bölge insanı da uzun yıllardır bu konuya şartlandırılmak isteniyor.

Hep söylendiği gibi asırlardır birlikte yaşamış dili de, kültürü de aynı, en önemlisi de aynı dinin ve tarihin sahipleri olarak bu ülke toprakları üzerinde operasyon heveslisi olmanın hiç kimseye faydası olmayacağı gerçeği gözden uzak tutuluyor.

Aklı başında olan ve ülke bütünlüğünden, birlik beraberliğinden yana olan hiç kimsenin böyle bir operasyona rıza göstermesi düşünülemez. Bir an için bunun olacağını ve doğuracağı sonuçları düşündüğümüzde, böyle bir operasyonun neticesi ancak ve ancak kangrenden başka bir şeye dönüşmeyecektir.











From devastation to prosperity, but..


From devastation to prosperity, but..



Following Second World War, war-torn Europe has launched a new process in order to throw off the perplexity with the idea setting up a union.

The European Union was set up with the aim of ending the bloody wars between neighbors, which culminated in the Second World War.

The search of the European foremost leaders was a permanent solution to relieve the heavy burden of the wars and being a remedy for the war-tired European.

The first step of the union, which enabled the union's countries, achieved prosperity based on the natural resources of Europe called the European Coal and Steel Community.

As of 1950, the European Coal and Steel Community began to unite European countries economically and politically in order to secure lasting peace. In 1951, Treaty of Paris was signed forming European Coal and Steel Community.

The six founders of the union are Belgium, France, Germany, Italy, Luxembourg and the Netherlands.

In 1957, the union came to a second treaty stage. The Treaty of Rome formed the European Economic Community (EEC), or 'Common Market'.

Beginning in 1950, the union movement had begun to advance happily for the member countries. The union has been proved its success and welfare in the 1960s.

In the 1970s, the union saw the last right-wing dictatorships in Europe came to an end with the overthrowing of the Salazar regime in Portugal in 1974 and the death of General Franco of Spain in 1975. Hence, a new period has begun for these two countries.

In 1981, Greece becomes the 10th member of the EU and Spain and Portugal follow five years later. In 1985, a small village in Luxembourg gave its name to the 'Schengen' agreements which aim a borderless zone in Europe, gradually allow people to travel without having their passports checked at the borders.

In 1987, the Single European Act is signed. This is a treaty which provides the basis for a vast six-year programme aimed at sorting out the problems with the free-flow of trade across EU borders and thus generates the 'Single Market'.

When date showed 9 Nov. 1989, there was a major political upheaval, the Berlin Wall is pulled down and the border between East and West Germany is opened for the first time in 28 years, this leads to the reunification of Germany when both East and West Germany are united in October 1990.

In 1993, with the Treaty of Maastricht, the Community clearly went beyond its original economic objective, formation of a common market, and its political ambitions came to the fore. The treaty is commented as the result of external and internal events, especially collapse of communism.

In 1995, the EU gained three more new members, Austria, Finland and Sweden.

Following collapse of communism EU has opened its arms to its neighbors that had been punished for long years under the communism dicta regime. Almost all the rest Eastern block countries in the European continent are taken into the Union one by one.

The first decade of 2000 is seen as the biggest enlargement process, number of member country reached 27 in the EU.

On the line to be a member, there are candidate countries.

As for journey of Turkey's EU integration process, exceed a half century, however, it is not clear when the membership to be accepted. Turkey is continuing to achieving integration process one by one.

In addition to Turkey, there are other three candidates such as Croatia, Macedonia and Iceland. There are also potential candidates; Albania, Bosnia Herzegovina, Kosovo and Serbia.

After the global economic crisis, which appeared in 2008, has brought heavy burden on the economy of the union as in the entire world. But it has not been yet overcome completely. Nowadays, winds of a new crisis blow on Eurozone. Currently, it is not clear when this new crisis to be defeated and what kind of result can bring for the union.

16 Ağustos 2011 Salı

Afrika’ya yardım ve hatırlattıkları


Afrika’ya yardım ve hatırlattıkları



Afrika’da yaşanan kuraklık milyonlarca insanı etkisi altına aldı. Bu insanlar kilometrelerce yolu yürüyerek mülteci kampına sığınıyorlar.

Kitlesel göçler genellikle savaş zamanlarında görülmekte. Afrika ise bu göçü uzun yıllardır yaşanan kuraklık nedeniyle yaşıyor. Buna ilaveten kıtanın yaşadığı iç savaşlar ve kötü yönetimleri de unutmamak gerekiyor!

Somali de çok sayıda insan, ağırlıklı olarak çocuklar, açlıktan hayatını kaybediyor.

Türkiye seferber olmuş durumda; her kesim, her kurum imkanları dahilinde yardıma koşuyor.

Ülkemiz sadece Afrika için değil dünyanın dört yanına bu hususta yardıma koşarak bir anlamda dünyaya insanlık dersi veriyor.

Olağanüstü hallerde yapılması gereken önde gelen yardımlar ise gıda ve içme suyu. Tıbbi malzeme de yine böyle durumlarda en acil ihtiyaç.

Ülkemizin yardımseverliği yanında, bir özelliği de tarımsal ürünlerin üretimi bakımından zengin çeşitliliğe sahip olması.

Böyle zamanlarda bu özelliğimiz bir ölçüde işimizi kolalaştırmış oluyor. Ülkemiz gerek iklim ve gerekse tarım toprakları açısından dünyanın en şanslı ülkelerinden birkaç tanesi arasında yer alıyor. Bir zamanlar tarımsal üretim olarak kendi kendine yeten yedi ülkeden biri idi.

Zaman zaman bazı temel ürünlerin kısmi ithalatı yapılsa da aslında çok arızi bir durum olmadıkça ülkemiz bütün tarımsal ürünleri kendi kaynaklarını kullanarak temin etme potansiyeline sahip.

Elbette yüksek oranda kuraklık, don ve benzeri felaketlerin yaşandığı yıllar hariç!

İşin tabiatı gereği tarımsal üretimi fabrikasyon üretim gibi kapalı mekanlarda yapma imkanı yok, büyük miktarlarda üretim açık tarım alanlarında yapılıyor. Bu da tarımsal üretimin risklerle karşılaşma ihtimalinin olduğunu gösteriyor.

Kıtlık zamanlarında tarımsal üretimin önemi daha çok öne çıkıyor.

Artan nüfus ve azalan tarım toprakları, tarım alanlarının daha titizlikle korunmasını gerektiriyor. Özellikle inşaat yatırımları yapılırken bu hususa ve ekolojik alanların bozulmamasına dikkat etmek herkes için bir görev.

Bugün geçmişte yapılan sağlıksız ve çarpık yapılaşmaların neticesi olarak başlatılan kentsel dönüşüm projeleri gibi, kaybedilen verimli toprakları kazanmak amacıyla gelecekte tarım alanları için de aynı dönüşümü yapma zorunluluğunu doğabilir.

Yine su kaynakları ve havzalarını kaybetmemek, yok olanları geri kazanmak için gerekli tedbirleri almak, üzerinde durulması gereken bir başka hayati konu…

Geçmiş yıllarda yaptığı gibi, şimdi de mevcut siyasi iktidarın yardım konusundaki duyarlılığı ve milletimizin bu konuya olan hassasiyeti ülkemiz ve insanlık adına sevindirici bir faaliyet.

Ülkemizin gerek zengin tarımsal ürünlere sahip olması ve gerekse bunların işlenmesi ile ilgili yeterli tesislere sahip olması bu konudaki önemli bir avantaj sağlıyor.

Bu tür acil durumlarda tarım ve gıda üretiminin stratejik önemi daha çok ortaya çıkarken, aynı zamanda ülkemizin bu kıymetli özelliğini sürdürmesi ve sürdürülebilir yapıya kavuşturulmasını da hatırlatıyor.

Netice olarak her konu ve kademede yönetim konusu başarıya giden yolun taşıyıcısı oluyor.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde geciken bahar





Arap Baharı olarak nitelendirilen Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde başlayan ayaklanma hareketi henüz bahara dönüşmedi. Bilakis, bu ülkelerde kaos ve kış devam ediyor. Her gün çok sayıda insan çatışmalarda açılan ateş sonucu hayatını kaybediyor.

Bu ülkelerin ortak özellikleri hepsinin Müslüman olması ve günümüz demokratik yönetim tarzından yoksun olmaları. Bir başka göze çarpan ortak özellikleri ise yaklaşık bir asır öncesine kadar Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde olmaları.

Bir asır önce bağımsızlık için mücadele başlatan bu ülkelerin insanları, aslında geçen bu süre zarfında bağımsızlıklarına kavuşamamış, belli kişi ve grupların otoriter yönetimleri ile idare edilerek bugüne kadar gelmişler.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki olayların ilki Tunus’ta bir sokak satıcısı gencin otoriter rejime olan tepkisinin neticesi olarak kendisini yakarak başladı. Neyse ki, bu ülkede fazla bir çatışma ve can kaybı olmadan olaylar yatıştı. Ülke şimdi geçiş dönemi yaşıyor. Tunus’ta başlayan bu hareket bölgenin diğer ülkeleri için de bir kıvılcım oldu.

Kuzey Afrika ülkelerinde ayaklanmanın ikinci durağı Mısır oldu.

Tunus’tan ilham alarak sokak gösterilerine başlayan Mısır halkının gösterilerinin neticesinde Hüsnü Mübarek 30 yıla yakın süren iktidarını bırakmak zorunda kaldı.

Burada da fazla zayiat verilmeden olaylar önemli ölçüde durdu. Zaman zaman olayların sembolü olan Tahrir Meydanı, rejimin demokratikleşmesi için Mısırlı vatandaşların gösterilerine maruz kalıyor. Mısırlılar demokratik yollarla seçimlerin yapılıp meşru yönetimin işbaşına gelmesi özlemi içindeler.

Bölgede en çarpıcı gelişmelerin yanşandığı ülke ise Libya. Libya’da hükümet karşıtı gösteriler nedeniyle güvenlik güçlerinin göstericilere şubat ayında ateş açması sonrasında giderek yoğunlaştı. Mart ayında BM Güvenlik Konseyinin Libya’yı uçuşa yasak bölge ilan etmesinin ardından, Nato komutasındaki askeri güç Libya halkını Kaddafi güçlerine karşı korumak için misyonunu sürdürüyor. Ancak ülkede geleceğe yönelik net bir durum henüz belirgin değil.

Fas, bölgenin bir diğer sancılı ülkesi. Ülke, kralın gücünü zayıflatacak anayasal değişiklik için karar aldı. Böylece Fas halkı daha adil bir yönetim biçimine kavuşmuş olacak. Fas gibi Cezayir’de aynı beklenti içinde, anayasada yapılacak değişikliklerle demokrasinin güçlenmesi yönünde adımların atılmasını bekleniyor.

Libya’dan sonra en kanlı olayların yaşandığı ülkelerden biri ise güney komşumuz Suriye. Ülkede hemen hemen her gün onlarca insan öldürülüyor. Şu ana kadar herhangi bir dış müdahale yoksa da, yönetimin uluslararası toplumun istediği şekilde adım atmaması halinde müdahalenin sinyalleri veriliyor. Umman ve Yemende de aynı sıkıntılar yaşanıyor, bütün bu ülkelerde yaşayan insanların talepleri aynı.

Bu yılın başlarından itibaren Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde yaşanan gelişmelere baktığımızda, bu ülkelerin önemli bir ortak noktası hepsinin Osmanlı İmparatorluğundan sözde bağımsızlık ümitleriyle ayrılmış olmaları ve Müslüman ülke olmaları.

Bir başka çarpıcı ortak noktaları ise otoriter liderlerin öncelikle nepotism yönetim anlayışını ön planda tutarak ülkelerinin ve insanlarının menfaatini ise sonraya bırakmış olmaları.

Yönetim şekline baktığımızda da, mevcut yönetimlerin hepsinin bir fabrikasyon ürünü olarak bu ülkelere has biçilmiş bir görüntü vermeleri.

Netice olarak işsizlik, hayat pahalılığı, baskı ve yolsuzluklar, seçme ve seçilme haklarının olmaması ve fikir özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükleri istemeleri ayaklanmanın yaşandığı ülkelerin ortak talepleri.

Dileğimiz bu kardeş ülkelere daha fazla kan dökülmeden gerçek baharın bir an önce gelmesi.



30 Temmuz 2011 Cumartesi

MAVİ ALTIN



Canlıların yaşantısında vazgeçilmez temel unsur olan su, paha biçilmez değeriyle çağımızın mavi altını olarak nitelendiriliyor.
Başta insan beslenmesinin temel maddeleri olan tarımsal üretim için olmak üzere; sanayi ve diğer bütün üretim süreçlerinde ve hizmet sektöründe fonksiyonel bir görevi üstleniyor.
Hayatın sürdürülmesi, sağlıklı bir refah toplumu olmak ve kalkınmanın temeli yeterli ve güvenli su kaynaklarının devamlılığına bağlı.
Suyun yokluğu ise toplu göçleri ve ölümleri, ekonomik, politik ve sosyal çalkantıları beraberinde getiriyor.
‘Mavi Altın’ suyu; azalan arzları, kirliliği, hastalık, yokluk ve yoksulluk gibi ağır sonuçlara yol açan çeşitli yönleriyle anlatan kitabın ismi.
Başta insan olmak üzere her canlı için su hayati önem arz etmekte.
Diğer canlıları sadece tüketim yönüyle ilgilendirirken, su insanoğlunu bütün yönleriyle ilgilendiriyor. Su kaynaklarının muhafazası, sürdürülebilir ve güvenli yapıya kavuşturulması konularında insanoğluna büyük sorumluluklar düşüyor.
Bulunduğumuz yüzyılda su üzerinde çok sayıda spekülasyonlar yapılarak, sürekli olarak gündemin önde gelen konulardan birini oluşturacağının işareti veriliyor.
Geçtiğimiz yüzyıla petrol damgasını vururken, suyun ise bulunduğumuz yüzyıla damgasını vuracağına dair görüşler ileri sürülmekte.
Su kaynaklarının sınırlı olması ve dünyanın bazı yerlerinde artan talebi karşılayamaz duruma düşmesi su kaynakları üzerinde baskılar oluştururken, diğer yandan da gerginliklere yol açıyor.
Kuraklık ve su kıtlığı kitlesel göçlere yol açıyor. Geri kalmış ve az gelişmiş ülkeler su kıtlığının bir neticesi olarak içine düşmüş oldukları acı durumla yüzleşmekteler. Bu nedenle
İç çatışmaların ve savaşların yaşandığı ülkeler bundan en fazla sıkıntı çekmekteler.
Yoksulluk ve su kıtlığından en fazla etkilenen kıta Afrika. Yıllardır çatışmaların yaşandığı Sudan’da onbinlerce insan komşu ülkelere göç etmek zorunda kalıyor.
Su yataklarının en önde gelen kaynağı yağmur ve kar suları.
Yağışların arzı karşılayamaz miktarda düşmesi halinde kuraklık baş gösteriyor.
Bu nedenle su kaynaklarını korumak için herkesin ve herkesimin üzerine düşeni yapması gerekiyor. Bazen kurak periyotlar yıllarca sürebiliyor. Bu durum gıda fiyatlarının yükselmesine yol açtığı gibi ileri aşamalarda da yokluk ve kıtlığın kapısını aralıyor.
İşte saygın, sağlıklı, kalkınmış ve zengin toplulukları oluşturmak ve bunların varlıklarını sürdürmesi yeterli su kaynaklarının varlık ve devamlılığına bağlı.
Bir nebzede olsa bu hayati kaynağın önem ve gerekliliği konusunda farkındalık oluşturmak amacıyla çok sayıda kaynaktan araştırma yaparak ve yine suyu çok çeşitli yönleriyle ele alarak yazmış olduğum ‘Mavi Altın’ adlı kitabını okumak isteyen herkese ve kesime faydalı olmasını temenni ediyorum.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Tek taraflı oburluk hükmünü sürdürdükçe

Yine yüreklere ateş düşürüldü…
Ateş düştüğü yeri yakar.
Bu ateş doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün ülkeye düşmüştür.
Sadece şehit analarının yüreği değil, bu ülkenin birlik ve beraberliğinden yana olan herkesin yüreği yanıyor. Tabii ülkemiz üzerinde çirkin emelleri olanlar hariç, bir anlıkta olsa işlerinin kolaylaştığını sanarak perde arkasından belki de kıs kıs gülüyorlardır.
Yaklaşık 30 sene önce bu yürek yakan ateşi başlatanlar, aslında kime hizmet ettiklerinin sorusunu kendilerine sormalılar.
1000 yıldır birlikte yaşayan ülkemizin belli bir bölgesinde bulunan insanları savunmak, onları haklarına kavuşturma adına yakılan bu fitne ateşinin gerçekte bu ülke sınırları içinde hiç kimseye fayda sağlamadığı ve sağlamayacağı da işin bir başka acı tarafı.
Bu topraklar ne yetmiş seksen yıllık bir geçmişi olan bir ülke, ne de kısa bir geçmişe dayanan devlet ve millet geleneği, tecrübe ve birikimi olan bir ülke. Her konuda zengin tecrübe ve birikime sahip olan bir ülke.
Selçuklu ve Osmanlılar gibi cihan devleti niteliği taşıyan ve köklerini bu kaynaklardan alan, asırlar öncesine dayanan tarih, kültür, din ve dil birlikteliğine sahip olan bir ülke.
Ancak bugün sözde bir realitenin olduğu, yıllardır işlenen bu konunun asırlardır yaşanan birlikteliğe sanki ters düşüyormuş gibi beyinlere kazınması ve bunun kabul edilmesi için uzun yıllardır haksız yere kan dökülmekte.
Aslında görünürde amaç bu bölgeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak ve daha özgür bir duruma getirmek ve sözde olmayan temel hakların teslim edilmesi üzerine bina edilmiş şeklinde gösteriliyor! Bütün dünyaya verilen mesaj da bu doğrultuda.
Bu madalyonun görüntülenmek istenen ve vitrinde asılı olan tarafı, asıl görülmesi gereken gerçek yüzü ise hep gözlerden kaçıyor, saklı kalıyor. Ama nafile güneş balçıkla sıvanmaz. Artık gerçekler gün yüzüne çıkmaya başladı, bu konuda bölge insanı da aklıselimle meseleye bakar ve kimin dost kimin gerçek düşman olduğunun şuurunda olursa ki büyük çoğunluk böyledir, problemin çözümü daha da kolaylaşır.
Geri kalmışlığı, işsizliği kabul etmek makul sayılabilecek gerekçeler olabilir. Bunları dile getirmek ise yasa dışı yollardan değil de, yasalar çerçevesinde o hep söylenen ve kurulan her cümlede yer alan ‘demokratik’ yollardan yapılamaz mıydı?
Ama iş bunlarla bitmiyor, özde başka amaçlar var.
Karşıda kendini bazı hedeflere şartlandırmış görünmez biri var ki siz ne yaparsanız yapın makul ölçüler içinde ne verirseniz verin hangi imkânları bahşederseniz bahşedin tatmin etmek ve ikna etmek sanki mümkün görünmüyor gibi bir tavır sergileniyor.
Bugüne kadar yapılanların ve tanınan hakların bir doyuruculuğa ulaştığına dair bir belirti ve memnuniyet yok.
Tek taraflı oburluk hükmünü sürdürüyor, nereye kadar, o da belli değil!
İmparatorluk bakiyesi olarak yaklaşık bir asır önce yaşadıklarımıza bakarsak ki, imparatorluğun çökmesi de özde değil de sözde bazı hamasi görüş sahibi kişilerin miyoplukları, kişisel hırsları ve akıl tutulmaları nedeniyle olmuştu.
Günümüzde yaşadıklarımıza baktığımızda hürriyet ve demokratiklik kisvesi altında ne tehditlerin, ne de yaşanan acıların biteceğine dair bir işareti görmek mümkün görünmüyor gibi.
Görünen bir bakıma inatlaşma ve bugüne kadar yapılan büyük yanlışlara kılıf bulma ve makul gösterme çabasından başka bir şey değil.
Varsayalım ki bütün istekler karşılandı terör biter mi? Ne yazık ki bunu garanti etmek mümkün değil.
Evet, çözüm silahların bırakılması, ellerin tetikten çekilmesinde. Bunda ise bölge insanının gerçekleri görmesi ve herkesin sağduyulu hareket etmesinin çok önemli rolü var.

10 Temmuz 2011 Pazar

Yeni devlet Güney Sudan

Yıllarca aynı topraklar içinde yaşadığı ülkesinden ayrılarak 9 Temmuz 2011 tarihi itibariyle 'Güney Sudan' ismiyle bildiğimiz Sudan devletinin güney kısmında yaşayan Sudanlılar için yeni bir dönem başladı. Güney Sudan, Birleşmiş Milletlerce tanınan 193. ülke oldu.
Küçük bir grubu bir tarafa bırakırsak, aynı dil, aynı kültür, tarih ve dini uzun yıllar paylaşan Sudan iki ayrı devlet oldu. Bu ayrılıkta bugüne kadar geçmiş yönetimlerin sahip oldukları değerlerin farkında olamayışları, miyoplukları ve gelecek vizyonlarının eksikliğinden ileri geliyor olduğu fikrini akıllara getiriyor.
Güney Sudanlılar önlerinde duran derin yoksulluk, temel altyapı ve hükümet kurumlarının yetersizliği ve politik güvensizlikle, aralarında önemli bir farklılık olmamasına rağmen Kuzeyden ayrılarak yeni bir devlet olmanın coşkusunu yaşıyorlar.
Bu duygu herhalde kendilerini uzun yıllardır bu güne şartlandırmış olmalarından ileri geliyordur.
Yıllarca iç çatışmalara sahne olan Sudan devleti, 2005 yılında imzalanan barış anlaşmasının bir neticesi olarak, Afrika’nın en uzun süren halk savaşı Güney Sudan'ın kurulmasıyla sona ermiş oldu. Onarca yıl süren ihtilafta yaklaşık 1,5 milyon insan hayatını yitirmiş. Güney Sudan, 2011 Ocak ayında referandum yaparak %99’luk bir çoğunlukla Sudan’dan ayrılma talebini oylamıştı. Zengin petrol yataklarına sahip olan Güney Sudan kuraklık ve uzun yıllardır süren iç savaş nedeniyle açlıkla karşı kaşıya bulunuyor. Yüz binlerce Sudanlı göçmen kampına gidiyor.
Yoksulluk ve açlık Afrika’nın bazı ülkeleriyle sanki özdeşleşmiş gibi. BM Uluslar arası Çocuk Fonu (UNICEF), Afrika Boynuzundaki kuraklık nedeniyle iki milyon kişinin yetersiz beslendiği ve yarım milyonun ölebileceği veya kalıcı zihni ya da fiziki rahatsızlıkla karşılaşacağını söylüyor. Kenya, Somali, Etiyopya ve Cibuti’de milyonlarca çocuk ve kadının karşılaştığı krizin son 50 yıldaki en kötüsü olduğunu söylüyor.
Kuraklığın etkisini sürdürmesi halinde açlıktan etkilenen nüfusun 10 milyona çıkacağı tahmin ediliyor.
Yoksulluk ve yetersiz beslenme nedeniyle yedi çocuktan biri beş yaşına varmadan hayatını kayıp ediyor zengin petrol yataklarına sahip olan bu ülkede.
Geri kalmış toplumların en belirgin özelliklerinden biriyse sahip oldukları zenginliklerinin farkında olmayışları ve ideolojik yapılaşmaya yatkın olmaları. Böylece, hedef saptırma politikalarıyla anlamsız küçük ihtilafların öne çıkarılarak asıl hedef belirleyenlerin kendi amaçlarına ulaşmalarına ortam sağlanmış oluyor.
Bir başka eksik taraf ise eğitim yetersizliği.
Bu özellikler bu toplulukların başkaları tarafından kolayca yönlendirilmesi için uygun bir ortamı oluşturuyor.
Güney Sudanlılar yeni bir devlet olmanın kendilerine çok iyi bir gelecek ve hayat standardı sunacakları umudunu taşıyor olmalılar. Çünkü zengin yer altı ve petrol kaynaklarına sahipler ama bunun hep öyle olmadığını şu anda bazı benzer ülkelerin yaşadıklarından biliyoruz. Eğer kuracakları devletin temellerini başlangıçta tam bağımsız, sağlam ve demokratik bir yapı üzerine inşa etmezlerse, gelecekten umduklarını pek bulamayabilirler.
Şimdi yeni Sudan’ın mensupları sahip oldukları zengin tabii kaynaklar, geniş verimli tarım alanları ve Nil nehrinin bereketli sularının kendilerine sunacakları zenginliklerin hayaliyle yaşıyorlar. Ancak bu zenginlikler önceden de vardı niye kullanamadılar? Bunları kullanmak için ille de ayrı bir devlet olmak mı gerekiyor?, sorusu akıllara geliyor… Bir başka önemli nokta ise, “bu zenginliklere tam manasıyla sahip olabilecekler mi?”
Temennimiz bu eski Sudanlıların, yeni Güney Sudanlıların bekledikleri refaha ve huzura kavuşmaları.

17 Haziran 2011 Cuma

Approval for a third consecutive term

Turkish Premier Recep Tayyip Erdogan's AK Party won 50 percent of votes in general elections and this landslide result led to comments about Mr. Erdogan's hat-trick due to Turkey's ruling Justice and Development (AK) party gaining a third consecutive term.
Getting almost 50% support in parliamentary vote, and 326 seats in the 550-member parliament, Ak Party expanded its vote share from its 2007 poll win by more than three points.
When we analysis the reasons that made Mr. Erdogan successful we must look at his operations since the first term to date.
Ak Party and its leader Mr. Erdogan is indebted his victory implementing genuine policies during the last 8.5 years. There are various reasons in making hat trick of Ak Party in the leadership of Recep Tayyip Erdogan.
Up to a decade ago, the country experienced crisis with high-level inflation and interest rates and a frail currency.
After economic crisis experienced in February 2001 Turkey's economy had become very fragile, there was almost no confidence to attract foreign investors, too. That weak situation in the economy urged that time's coalition government made a decision to go to the snap election. It was November 3, 2002 when the snap election held. At the dawn of 4 November there was a new sunrise above the Turkey's horizons. The positive effects of the new era began to be seen in the markets. Since 2002 election to date the country experiences stability and ruling party has brought confidence for both domestic and foreign investors.
Since the first day, normalization and change process had begun in the every area in the country ranging from economy to democracy, rule of law. From that time Turkey has not caused the investors to escape, business places were not closing, opposite of those, in an increasing way the foreign direct investments have flowed into Turkey. Also Turkish investors have expanded their investments in a stabile way. Turkey's economy began to see positive developments since that time. Winds of change began to blow almost in every area.
Per capita income rose during Mr. Erdogan's ruling period. Huge investments have been carried out. The country has been enjoying a transformation in many areas. Shortly these productive implementations enabled Ak Party winning the third consecutive term.
Despite the global economic crisis which has been experienced across the world between 2008-2009, Turkey's economy did not see any crucial shake compared to the other European countries and thanks to the robust economic structure of the country the crisis was easily overcome in the shortest time.
Another important thing in the success of the ruling party is that Mr. Erdogan keeps his promises to his voters and he promised what he can be able to fulfill. So what he made in the past means a guarantee of the things to be made in the future.
Now third term has begun for the ruling party, in this period there are also significant projects some of them are being implemented, some of them will be launched and to be completed by order of them up to 2023, the centenary of the Turkish Republic.
In this term, in addition to the economic investments there are also reforms in constitution which has been waiting amendment for long years. All parts in Turkey accept the need to modernize the constitution, which was written three decades ago following a military coup.
Despite Ak Party increased its number of vote, it cannot get enough seats to amend the constitution by itself, because it requires two-third of majority of the total seats in the parliament. Mr. Erdogan says he would look for consensus with a wide participation representing all parts of the society.
If the Turkish people see the concrete steps in the promises and solutions in the unsolved problems, will give vise to Mr. Erdogan for the fourth consecutive term.

4 Haziran 2011 Cumartesi

Nasıl bir anayasa?

Anayasalar ülke yönetiminde temel prensipler manzumesi olarak değerlendiriliyor. Uzun yıllardır kamuoyunu en fazla meşgul eden konulardan biri.
Bu nedenle iktidar partisi açısından 12 haziran genel seçimlerinden sonra çözüme kavuşturulmayı bekleyen önemli konulardan biri de anayasa.
Ülkemizde darbeler sonrası yapılan anayasalar toplumu memnun etmemiş, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren tartışmaları beraberinde getirmiş. Bir bakıma günün şartlarını karşılamaktan uzak olduğu gibi toplumun beklentilerine cevap vermemiş olacak ki sürekli olarak tenkit edilmiş. Dar bir bakış açısından ele alınarak hazırlanmış olması, kalkınma ve gelişmenin önünü kesen maddeler içermesi nedeniyle ihtiyaca cevap vermekten uzak kalmış.
İşlerlik kazandırmak için zaman zaman 1982 anayasası üzerinde yapılan değişikliklerle kimilerine göre kalbura çevrilmiş, kimilerine göre ise yamalı bohçaya dönmüş.
Her kesimin üzerinde mutabık olduğu konu ise artık böyle bir anayasanın ihtiyacı karşılamaktan uzak olduğu, yeni bir anayasanın yapılmasının zaruret haline gelmiş olması.
Sayın Başbakanın zaman zaman vurguladığı husus özgürlükçü ve ileri demokrasiyi ifade eden bir anayasaya sahip olmak…
Statüko üzerine bina edilmiş ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olan bir anayasa yerine, yeni anayasa günümüz şartlarıyla uyumlu, birlik ve beraberliği sağlayan ve tüm toplumu kucaklayan yeni bir metin içermeli.
Gerek ülkemizin ve gerekse dünya şartlarıyla uyum sağlayan bir metni ihtiva eden yeni bir anayasa…
Elbette ülkemizin kendine has olan temel değerlerinden de taviz vermeyen bir anaysa olmalı.
Meclis tarafından ülke ve millet menfaatine yapılan yasal düzenlemeler anayasaya aykırıdır dedirtmeyecek ve anayasa mahkemesini ağlama duvarı haline getirmeyecek bir anayasa. Üzerinde toplumsal mutabakatın sağlandığı bir anayasa.
İstenen; öyle bir anayasa olmalı ki, taşları yerli yerine oturtan, kurumların görev alanlarının dışına çıkmadan kendi alanlarında faaliyet göstermelerini ve kendilerini geliştirmelerini sağlayan bu vesileyle daha verimli çalışmalara ortam hazırlayan bir anayasa.
Asırlardır bu ülkenin temeline kibrit suyu döken, haklılığını kabul ettirmek ve varlığını sürdürmek için girilmedik yer bırakmayan, eften püften bahanelerle demokratik yönetimi kesintiye uğratarak kalkınmayı, gelişmeyi geciktiren, belli bir azınlığın menfaatini gözetmekten başka amacı olmayan çeteleşme hareketinin neşvünema bulamayacağı bir anayasa olmalı.
Öyle bir anayasa olmalı ki, bütün vatandaşları kucaklayacak şekilde sosyal adaleti uygulayıcı olmalı.
Öyle bir anayasa olmalı ki, açık seçik ve herkesin dilinden anladığı bir metinle yazılmış olmalı.
Öyle bir anayasa olmalı ki, ülkenin tabii kaynaklarını koruyacak ve gelecek nesillere de bırakacak sürdürülebilirlik ilkesini benimseyen maddeleri kapsamalı. Öyle bir anayasa olmalı ki çevre kavramını benimseten, korunması yönünde gerekli düzenlemeleri yaparak uygulanmasını sağlamalı.
Öyle bir anayasa olmalı ki, kavram kargaşasına yol açmayacak şekilde hazırlanmalı ve anlaşılır olmalı.
Öyle bir anayasa olmalı ki, uygulanması ile toplumu umutsuzluğa düşürerek, yüzlerinde ümitsizlik ve acı tebessüm ifadesi bırakacak ilke ve prensipleri kapsamamalı.
Öyle bir anayasa olmalı ki, bütün fertleri çalışmaya, üretmeye teşvik etmeli. Kahve köşeleri ve duvar diplerinde yan gelip yatarak, ahkâm kesip her şeyi devletten beklemeyen şuur ve anlayışa sahip, eğitimli nesillerin yetişmesini teşvik etmeli. Eğitimi sürekli kılıp, araştırma ve geliştirme prensibini ön planda tutmalı. Milli ve manevi değerlere saygı duyan, koruyan ve yaşatan bir anayasa olmalı.
Öyle bir anayasa olmalı ki, insanı ve insani değerleri ön planda tutarak, insanı yaşat ki devlet yaşasın anlayışına sahip olmalı. Öyle bir anayasa olmalı ki güçlüyü değil, haklıyı savunmalı adaleti ve hukukun üstünlüğünü hâkim kılmalı.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

First step should be taken by LDCs (Part 2)

Click here for the part 1

At the meeting in Istanbul, the UN Secretary General Ban Ki-moon has urged the leaders of the world's poorest countries to agree on a common position and sent a strong political message to the rest of the world on the importance of investing in the least developed countries to eradicate global poverty.

Mr. Ban called for the building of productive capacity and the expanding of opportunities for decent employment for men and women in LDCs.

It means expanding the provision of essential services - education, health, infrastructure and social safety nets, especially for nutrition security.
After this LDCs will try to attract investors to their countires Of course, to make investment is important which will play a remarkable role to eradicate their main problems, but the situation is also important to fulfill this. The UN should also urge to set up a suitable situation and democracy to enable those countries to develop and to reach a peaceful condition, as well as a livable humanitarian condition.

The main point that is advocated the developed countries to support the least-developed countries both politically and economically to make a fairer and more livable world.

Now the meeting in Istanbul, where continents and cultures connect and converge, is seen a new fortune to be remedy for the LDCs. Istanbul is also seen to build a strong bridge to enable the least fortunate and most vulnerable members of these countries to cross to the land of prosperity and security.

First step should be taken by LDCs (Part 1)

The forth meeting of the poorest countries was held in Istanbul, Turkey. The aim of the meeting is to find solution to the Least Developed Countries in order to eradicate their problems such as poverty, strife, unemployment. The previous one was held in Brussels in 2001.

The concept of LDCs originated in the late 1960s and the first group of LDCs was listed by the UN in 1971.

While there were 25 countries in 1971, the number of least developed countries has reached by 48 to date. Since the first meeting of LDCs were discussed in 1981 seemingly there is no change in the problems, on the contrary number of the countries has increased gradually by 2011. This means everything is not going on well in terms of the LDCs.

These countries’ most crucial problem results especially from their structural problems which must be firstly exerted to solve by these countries.
Some of the issues stated in the gathering were corruption and lack of transparency as major problems of the least developed countries, these problems blocked the way to peace and long-term investments as well.
Some of them suffer from having no basic humanitarian rights. Lack of housing standards, education and unemployment problems are huge handicaps of these countries, too.

Per capita income for daily living is one or two dollars.
In solving these problems of the poorest countries, the big accountability falls on the shoulders of administrations, foremost leaders and civil society organizations of these countries.

When we scrutinize the structures of these countries, as if they could not be able to pass to normalization and bring themselves into suitable conditions for development in the globalizing world.

Not being able to accomplish their democratization process, in addition lack of harmonization with the world are the another hindrance in front of the LDCs in order to graduate from the group.

Although there is another initiative that was set up to relieve the poor countries called the Millennium Development Goals. The initiative has been determined at the beginning of this century to alleviate the world's poorest countries by 2015. But in this direction, the sufficient advancement has not been taken to date, according to the announcement of the UN. The Goals are advancing on its way and even some positive developments have been taken, seemingly it is not enough to accomplish in time.

Click here for the part 2

3 Nisan 2011 Pazar

Political uprising in MENA

While the effects of the global economic crisis have not yet been completely eradicated; upheavals in the Mideast and North Africa and then earthquake and tsunami’s destructive effects in Japan have come on the agenda of the world together with some anxieties.

Of course these unwanted and disagreeable developments urge the world to be discontent. Mostly the countries in the region would have been affected from these negative events economically. Of course humanitarian dimension of the political uprising in the region is very important.

The leaders, who cannot perceive the changes in today’s open societies that follow up every kind of developments instantly across the world, lag behind their societies in the terms of foresee-ability. The leaders of the related countries could not sense the possible events might happen. They also could not meet the expectations of their communities on time. Since the last 20 years to date in the world, radical changes have been experiencing, even though they could not take any lesson from the other countries where changes and upheavals have been experienced.
It is a reality that the countries which have experienced the changes by themselves and solved their own problems without foreign interference, they have been successful in their change process. In this achievement, their former leaders who did not withstand more have plaid remarkable role on behalf of their nations. Otherwise, change has become a nightmare for the people of the tyrant leaders’ countries. At the end, some of them acted merciful and seceded without leaving any more harm for their peoples and countries.

The uprising in the Mideast and North Africa countries first started in Tunisia to topple the former Tunisian President Ben Ali who maintained his power for 23 years. The upheavals in Tunisia led to unprecedented ripple effects across the Middle East and North Africa (MENA) region.

In the second line there was Egypt to be deposed of its leader who has been in power for over 30 years. Without any important demolition in Egypt ex president Hosni Mubarak resigned and the army took over the power. Upheavals in these two countries have given new momentum to popular protests across the region. Upheaval in these two countries have increased risks to geo-political stability in the region and have raised concerns about potential repricing of risk and the impact on international oil and gas markets.

In the region, one of the most destructive events has happened in Libya, so its repercussions might worsen on its people and economy.
The events broke out in the region feature mainly in the two aspects as humanitarian and economics. Especially in Libya uprising is leaving many bitter results with which the Libyan people are facing by losing their lives.
According to the International Monetary Fund, the political turmoil in the Middle East and North Africa could have a substantial impact on the region's economies this year.

The director of the IMF's Middle East and Central Asia department, Masood Ahmed, announced in the agency's Survey magazine that the unrest has led to tighter credit restrictions for Middle East governments and corporations operating in the region, and bank lending is likely to remain slow.
In addition to the region and surrounding countries, it is also commented the turmoil in the Middle East and North Africa could exacerbate uncertainty in the U.S. economy, causing U.S. companies to put off hiring amid the recovery from the worst recession in eight decades.

However, in an announcement, the World Bank President Robert Zoellick also said, “Ongoing turmoil in Middle Eastern countries would not trigger another global financial crisis, adding that the impact should be limited to rising oil prices.
In conclusion, the biggest trouble is been experienced by the Libyan people, we wish urgently tranquility and peace without losing more lives to be set up in the shortest time.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Turkey, an emerging star

Within the last eight years Turkey's economy has progressively showed a great performance. During this period, Turkey's economy has achieved a robust structure and shown as an emerging star across the world. Thanks to the exact, determined, proactive policies and having committed to the structural reforms and fiscal discipline Turkish economy has attained its current healthily structure.
Despite the global financial crisis, which is evaluated as the biggest one after the Great Depression lasted until the late 1930s or early 1940s, Turkey's economy could be able to cushion against challenges of the global crisis. Previously taken measures and smart management have played significant role in this success.
Monitoring these positive developments in the Turkish economy, the foremost economies' actors of the world has been lauding Turkey's progress and show Turkey as a global power. Having passed through a crucial test during the crisis without stumbling, Turkish economy has become an example economy for the world.
When we look at the positive developments on the economy during the past eight years, Turkish economy has enjoyed outstanding advancements. Turkey's ruling party has been able to achieve plunging the rates of interest and inflation down from the double digits to the single level in this period.
Meanwhile, Turkey successfully eliminated six digits from the Turkish currency, so TL was released from the banknotes having many zeros and has won valuation. Turkey has also managed the Turkish lira (TL) to pose as a strong rival against the US dollar and the euro in the last eight years.
In recent years, prosperity is gradually increasing in Turkey and low-income groups do get their share from that prosperity. It is observed that there is a significant surge in purchasing power.
Based on data collected by the Turkish Statistical Institute, the Organization for Economic Cooperation and Development and the State Planning Agency, national income per capita, which used to float around $3,000 to $4,000 between 1998 and 2002, has been on the increase.
As of the end of 2010, it is predicted to reach by $9,305 and $10,000 for the first time in the history of the Turkish Republic and to reach $11,228 by the end of this year.
So national income per capita would gain 3-fold growth in 10 years.
Another progress in the economy according to the internationally economic analysis, Turkey takes place in the E7 emerging economies (China, India, Brazil, Russia, Mexico, Indonesia and Turkey). Likely E7 would overtake the G7 economies (US, Japan, Germany, UK, France, Italy and Canada) before 2020.
As for another calculation, it is said the shift in the economic world order is slower but equally inexorable, with the E7 projected to overtake the G7 around 2032.
Overcoming the global crisis in 2008 and 2009, it is expected Turkey's economy to grow up to 8 percent in 2010.
The important handicap of the economy is current account deficit which stem from being an internationally energy-addicted country, in the rate of 74 percent. It is the biggest item in the country's spending via foreign current exchange.
When Turkey activates its alternative energy resources into force steadily by its national resources such as wind, solar power, hydroelectric and biofuel and then the internationally energy dependency will turn into downward side.
Finally, during the passed 8 years Turkey has smartly allowed its dynamic potentials activate in both home and abroad, so thanks to this Turkey has begun to change in every aspect ranging from democracy to rule of law, freedom of expression and from foreign policy to economy growth, per capita income. It is seem that in the next period these indicators will develop more by exact, decisive, determined policies of the ruling administration.

20 Şubat 2011 Pazar

Medyanın gücü ve kapalı rejimler

İletişim teknolojisinde yaşanan gelişmeler ve çeşitlilik medyanın sadece dördüncü kuvvet değil, aynı zamanda yerine göre birinci kuvvet olduğu son günlerde Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde yaşanan rejim karşıtı olaylarla bir kez daha teyit edilmiş oldu.
Güçlü oluşu ve tek sesliliği ile zaman zaman da olsa kamuoyunu yanıltabileceği, yanlış yönlendirebileceği yönü işin kötü tarafı. O da kaplı rejimlerle beraber yok oluyor.
Dahası, bilinen kitle medya araçlarından daha etkili olan ve toplumsal olayları bütün dünyaya ulaştıran ‘kitlelerin medyası’ var. Sosyal medya da denilen bu iletişim araçlarıyla kitleler olayları bütün dünyaya aktarılabiliyor.
Medyanın bu gücünü sezemeyen kapalı ve totaliter rejimler iletişim teknolojisinin fonksiyonel gücü karşısında biçare kalıyor.
20. yüzyılın en kapalı ve totaliter rejimi komünizm idi. Katı kuralları, iletişim ve bilgiye kapalı oluşu, olup bitenleri dışarı sızdırmayışı nedeniyle bu yönetim şekliyle yönetilen ülkelerin ‘demir perde’ ülkeleri olarak isimlendirilmesine yol açmıştı.
İnsan fıtratıyla uyuşmayan bu rejimlerin yaşama şansları sınırlı olup ancak bir yere kadar sürebildi. Açık toplumlardaki iletişim teknolojisinin dinamizmi ister istemez bu kapalı toplumları harekete geçirdi ve onların yıkılmasına neden oldu.
Belli bir aşamadan sonra zayıflayan ve fonksiyonunu yitiren totaliter rejimin kurum ve kuralları gelişmiş ülkelerdeki demokratik ve dinamik yapıya yenik düştü.
Sonrası malum…
Yetmiş yılı aşkın bir süre hükmünü sürdüren demir perde ülkeleri deşifre olarak birer birer yıkılıp modern dünya ile uyum sağlamaya başladılar.
Yıkılan bu rejim bir yandan ezilen fakir halkın bir bakıma umutlarını kullanarak baskıcı unsurların ve kişisel ihtiras sahiplerinin önderliğinde kurulmuştu. Ancak bunlara ümit besleyen o fakir sınıfın umutlarına cevap verememiş, neticede insan fıtratıyla uyuşmayan komünist rejim solan ümitlerle beraber yok olmaya mahkûm olmuştu. O insanlar umduklarını bulamamış büyük bir zulme uğramışlardı uzun yıllar boyunca.
Yaklaşık yirmi yıl önce komünist ve sosyalist ülkelerde yaşanan bu değişim demokrasinin işleyişi bakımından onlar kadar katı olmasa da, ileri demokrasilere göre bir hayli geride kalan monarşist yönetimler için bir ders niteliğindeydi.
Ancak bu hususta algılama hassasiyetinde bir noksanlık olacak ki bugünleri o günlerden ders çıkarıp sezemeyenler, ülkelerini hür dünya ile bütünleşemeyen usul ile yönetmeye devam ettiler. Neticede bu rejimler bugün yöneticiler olarak kendilerini zor durumda bıraktıkları gibi ülke ve halklarını da bir kargaşa ortamına düşürmüş görünüyorlar.
Tunus’ta başlayan rejim aleyhtarı gösteriler sırayla hemen hemen söz konusu anlayışla yönetilen bütün ülkelere sıçradı. Bu gelişmeler bazı çevrelerin dediği gibi domino etkesimi, yoksa önceden planlanmış senaryonun sahnelenmesi mi? Pek açık değil ama olayların verdiği mesajdan anlaşılan o toplumların artık baskıcı, ben bilirim ve vesayetçi rejimden bıktıklarını ortaya koymakta.
Hareketin arka planında demokratik ve adil bir seçimle yönetilme istekleri var. Bizim de temennimiz, ülkemizle de ortak tarih, kültür ve din birliği olan bu kardeş ülkelerin çok fazla kargaşa yaşamadan hür ve adil seçimlerle yönetilme aruzlarına kavuşmaları, gerek demokrasi ve gerekse ekonomik olarak daha ileri seviyeye ulaşmaları…

6 Şubat 2011 Pazar

Sürdürülebilir Gıda Üretimi

Gıda maddeleri ve bunun temel kaynağı olan tarım ürünlerinin üretimi insanlar için giyim ve barınak yanında en temel ihtiyacı teşkil ediyor.

Birleşmiş Milletler Gıda Tarım Örgütü, FAO’nun son açıkladığı gıda raporu, gıda fiyatlarının kesintisiz olarak yedi aydır yükselişte olduğunu gösteriyor. Rapora göre küresel gıda fiyatları geride bıraktığımız Ocak 2011 ayında zirve yaptı, önümüzdeki aylarda da düşmesinin mümkün olmadığı belirtiliyor. Dünya genelinde gıda fiyatlarının düşmeyeceği eğilimi var.

FAO’nun açıklamasında, ocak ayında aylık değişimleri takip eden ürün sepeti küresel gıda fiyatları ortalama 231 puan oldu ve geçtiğimiz aralık ayına göre yüzde 3.4 daha yüksek bulundu. Bu rakam gıda fiyatlarının ölçümünün başladığı 1990 yılına göre en yüksek seviye olarak tespit edildi.

Açıklama et fiyatları hariç bütün ürün gruplarının fiyatlarının yükseldiğini gösteriyor.

FAO uzmanları, yeni rakamların açıkça dünya gıda fiyatlarında yukarı yönlü baskının düşmeyeceğini gösterdiğini, bu yüksek fiyatların muhtemelen önümüzdeki aylarda devam edeceğini söylüyor.

Yüksek gıda fiyatları özellikle gıda ithalatını finanse etmede problemle karşılaşabilen düşük gelirli gıda açığı olan ülkeler için büyük endişe oluşturuyor ve bu endişe aynı zamanda gelirlerinin büyük kısmını gıdaya harcayan fakir hane halkı için de geçerli. Özellikle geri kalmış ülkelerde günde 1 – 2 dolarlık kazançla geçimlerini sağlamaya çalışan en düşük gelir gurubu için daha büyük yük getirmiş olacak.

İnsanların harcamalarının öncelikli ve önemli olanını gıda harcamaları oluşturuyor.
Bu nedenle nüfus artışı, kaynakların kirlenmesi ve yanlış kullanılması ve azalma eğilimine girmiş olması gıda maddelerinin temel kaynağı olan tarımsal üretimi baskı altında tutuyor. Artan nüfusu beslemek için daha fazla tarım ve gıda üretimine ihtiyaç duyulacak. Bu ise daha fazla tarım toprağı ve sulama suyunu gerektirecek. Bunların yanında, tarımsal üretimin bir diğer stratejik öneme haiz bileşeni ise ihtiyacı karşılayacak tohum üretimi. Bir başka önemli etken ise tarımsal üretimin uygun iklim şartlarını gerektiriyor olması.

Ülkemizin bu saydığımız şartlar bakımdan şanslı olması önemini artırıyorken, bu şans ve stratejik önemini koruması ise bu değerleri yerli yerince kullanmasına bağlı olacak.

Su yataklarını, havzalarını ve tarımsal nitelikli toprakları amaç dışı kullanım ve kirlilikten korumak önde gelen hususlar, sürdürülebilir tarımsal üretim için. Unutulmaması gereken önemli bir noktanın ise dünya genelinde özellikle 1 milyara yakın insanın özellikle Afrika ve Asya’da yeterli beslenemediği ve açlıkla mücadele emekte olduğunu hatırdan çıkarmamamız gerekiyor. Yine 1 milyarı aşkın insanın su kıtlığı ve su stresi ile yaşadığını göz ardı etmememiz gerekiyor. Bu nedenle ülke olarak içinde bulunduğumuz değerlerin kıymetini daha iyi kavrayıp ve bu değerleri geleceğe taşımamız açısından ne denli önem arz ettiği hususuna dikkat çekmek gerekiyor. Sürdürülebilirlik için yapılması gerekenin, kaynakların korunması ve gelecek için üretim tahminlerinin yapılması ve belli periyotlarda güncellenmesi, ihtiyacı karşılayacak tarım ve gıda üretiminin temininde kolaylık sağlayacaktır.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Sınır tanımaz kirleticiler

Sınır tanımazlık hareketi insani amaçla kurulmuş organizasyonlardan oluşuyor. Sağlık hizmeti sunmak amacıyla doktorlar tarafından kurulan ve çeşitli şekilde haksızlık ve şiddete maruz kalan gazetecileri desteklemek amacıyla kurulan sınır tanımaz gazeteciler aslında iyi niyet ve maksatlarla kurulmuş organizasyonlar.
Bazen bazı değerleri hiçe saysalar da asıl amaçları insana hizmet etmek.
Ancak sınır tanımazlığın bu insani amaçla kurulmuş hareketi yanında kötü alışkanlık, eğitim ve saygı eksikliğinden kaynaklanan başka dalları da var.
Bu eksiklikler zincirine biraz da nemelazımcılığı da eklemek gerekiyor. İşte bu olumsuz anlayış ve bakış açısı çevreyle bütünleşince vay geldi o çevrenin haline demekten insan kendini alamıyor.
Çevre dediğimiz; havasını soluduğumuz, suyunu içtiğimiz, toprağında yetiştirdiğimiz envai çeşit gıda maddeleri beslendiğimiz o ortam aynı zamanda bir ülkenin göstergesi, dışa açılan penceresi. Hiçbir söze hacet bırakmadan göze ilk temas eden alanlar.
Turizm sektörünün gelişmesi için önemli bir unsur. Öncelikle temiz ve huzur veren bir çevrenin turizm sektörüne yapacağı olumlu desteği akıldan çıkarmamak gerekiyor. Temiz bir çevre aynı zamanda bir ülke itibarı açısından da göz ardı edilemeyecek temel bir kıstas. Meselenin sağlık, ruhsal ve insanı ferahlatan yönünü de unutmamak gerekiyor tabii. İşte hayati önem taşıyan, gelişmiş ve kalkınmış toplumların da önemli bir göstergesi olan çevreye olan duyarlılığımız ve sorumluluğumuz konusuna bir değerlendirme yapılırsa hiç de olumlu not alacağımızı beklemek doğru olmaz. Çevreye karşı olan mevcut alışkanlıklarımızı değiştirmek için bir gayret sarf etmeksizin böyle bir beklenti içinde olmak safdillikten öteye geçmez herhalde.
Yerel yönetimler ne kadar çok gayret gösterirse göstersinler toplum olarak bu konuda hassasiyetimizi göstermedikten sonra istediğimiz seviyeye gelmemiz mümkün olamaz ne yazık ki. Kirletenler ordusuna karşılık mevcut temizlik kadrosunu iki katına da çıkartsanız temiz bir çevreyi sağlamak mümkün olmaz. Özellikle günümüzün her alanda bulunan teknolojik gelişmelerin bilinçsizce kullanımı neticesinde temiz bir ortam bulmak mümkün olmuyor. Öncelikle çevre ve çöplük kavramlarını iyi anlamak ve her ikisinin ayrımını iyi yapmak gerekiyor. Ayağımızı kapının dışına attığımız andan itibaren her yeri çöplük olarak görürsek sağlıklı ve yaşanabilir bir çevre bulmak mümkün olmaz.
Piyasa ekonomisi için söylenmiş olan ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ doktrin anlayış ve yaklaşımının çevreye uyarlanması kabul edilemez. Ancak ne yazık ki bugün çevre konusunda görülen anlayış bu. Elimizde, avucumuzda, cebimizde ne bulursak çok kolay bir şekilde bulunduğumuz yer neresi olursa olsun atarsak çöplükle çevre arasındaki fark nasıl ayırt edeceğiz. Arabanın camını aç dök, evin camını aç dök… sigara paketi, izmariti, her türlü ambalaj ve paketleme malzemelerini çok rahat bir şekilde boş ver aldırma anlayışı ile rast gele saçmakla temiz bir çevreye sahip olmak nasıl mümkün olacak? Bunun böyle olmayacağı gibi çevre hakkı denen kavramı da ihlal etmiş oluyoruz. Çevre yasasına göre çevre polis teşkilatının kurulması zaman zaman gündeme gelse de işin esası eğitim ve topluma karşı olan saygı anlayışının geliştirilmesinden geçiyor.
Sınır tanımaz kirletme anlayışı hükmünü sürdüğü müddetçe başta insan olmak üzere bütün canlılar için elzem olan temiz bir çevreyi bulmak biraz zor olacak gibi. Bu hususta söylenecek söz çok… Yaşam kalite seviyesini yükseltmek elimizde!