24 Mayıs 2014 Cumartesi

Güvenlik konseyi mi, engizisyon mahkemesi mi?


 

 
Birleşmiş Milletler güvenlik konseyinin 4. kez uluslar arası ceza mahkemesine gerekli çalışmayı yapması için izin verecek oylamanın Rusya ve Çin tarafından veto edilmesi bir kez daha insanlık adına utanç verici bir karar olmuştur.

Bu engelleme insanlık adına utanç vesilesi olmuştur.

Bu oylama hangi açıdan ele alınırsa alınsın her bakımdan bir yanlışın, hukuksuzluğun ve insanlığın kabul demeyeceği bir fiili durumun desteklendiğini gözler önüne seriyor.

Bir kez daha BM Güvenlik konseyinin mevcut yapısı belli bir azınlığın temel haklarını savunmaktan başka bir amaç gütmediğinin kanıtı olarak dünya kamuoyu önünde tescillenmiştir.

Güvenlik konseyi bu emperyalist yapısı ile bugünün şartlarının çok gerisinde kalmış olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Bir başka deyişle miadını doldurmuş, bütün insanlığın temel sorunlarına cevap verecek nitelikten çok geri kalmış olduğunu ilan etmektedir.

Güvenlik konseyinin yapısı günümüz değerlerinin; insani, hukuki, temel haklar açısından hiç biriyle bağdaşmadığını gerek bu oylama ve gerekse buna benzer oylamalarda bir kez daha göstermiştir.

Güvenlik konseyi sadece belli bir azınlığın menfaatini gözetmekten başka bir gaye ve hedefi olmadığını bu son oylama ile ispatlamıştır.

Yani güvenlik konseyi her bakımdan hukuksuzluğu, haksızlığı kendine amaç edinmiş ve bu özelliğini çatısı altında bulunduğu bu evrensel kurumun temsil ettiği prensiplere ters düşecek bir şekilde temsil etme cüretini bütün dünyanın gözüne baka baka bir kez daha göstermiştir.

Beş daimi üyenin almış olduğu kararlar ortaçağ döneminin Engizisyon mahkemelerinin insanlık vicdanının kabul edemeyeceği işkenceleri bile geride bırakmıştır.

Bu nedenle güvenlik konseyi günümüz engizisyon mahkemelerini andırmaktadır.

Ortaçağ dönemi Engizisyon mahkemeleri akla ve mantığa sığmaz ve hiçbir insanlık vicdanının kabul etmeyeceği işkenceler uyguluyordu…

Şimdi Suriye’de dört yıldır devam eden ağır bir insanlık suçu işleniyor.

Bu suçlar defalarca rapor edilmiş, günümüzde geçerli olan ve yürürlükte olan bütün hukuki ve haklar manzumesinin ve uluslar arası kurumların kabul edemeyeceği insanlık suçunun işlendiği belgelerle kayıt altına alınmış bulunuyor...

Suriye’de yaşanan aslında bir savaş değil, kendi ülkesinde bugün bütün demokratik ülkelerin kabul edip uyguladığı temel hakları istemektedirler.

Ağır bir insanlık suçu işleniyor!..

Suriyeliler temel haklarını; seçme ve seçilme haklarının verilmesini talep ediyorlar.

Fakat bu istekleri mevcut zalim yönetim ve onun destekleyenleri tarafından ret edildiği gibi engizisyon mahkemelerinin uyguladığı metotlarla insanlık vicdanının kabul edemeyeceği bir şekilde ağır işkencelere tabi tutuluyorlar.

Bu engizisyon usulü işkenceleri Güvenlik Konseyinin bir kısım üyeleri destekliyorsa bunlarında küresel kamu vicdanı önünde hesap vermeleri gerekir.

Bu ağır suçları desteklemenin de suç olması gerekir.

Bunu da insanlık adına en azından uluslar arası konumdaki hukukçu ve hukuki kurumların ele alması gerekir.

Ortaçağ mezalimini bitiren bir padişah vardı, o da Fatih Sultan Mehmed idi…

İstanbul’u fethiyle ortaçağ mezalimini bitirmiş yeni bir çağ aşmıştı.

Mazlumlara kucak açmıştı.

Bu vesileyle yaklaşan fetih yıldönümünde Fatih Sultan Mehmed’e ve tüm şehitlere rahmet dilerken; günümüz dünyasını da, bu günümüzün engizisyon mahkemelerinden ve zulmünden kurtaracak yeni bir Fatih’in çıkmasını temenni ediyoruz.

22 Mayıs 2014 Perşembe

Emperyalistlerin maşası


 

 
Günümüz dünyasında bire bir karşı karşıya gelmektense, emellerine ulaşmak isteyeneler doğrudan savaş yerine dolaylı savaşma metodu olan terörü kullanmaktadırlar.

Hedefledikleri ülkenin insanlarını fitne çıkararak birbirlerine düşürme planını uygulamaya koyarak, çirkin emellerine ulaşmanın en kolay ve zayiatsız yolu…

ABD’nin hazırladığı bir rapora göre 2013 yılında küresel terör yüzde 13 artmış.

Görünen köy kılavuz istemez misali, rapor olmasa da her geçe yıl dünyada terörün hız kazandığı acı bir gerçek.

Bir de iç savaşlar var, emperyalistlerin çirkin emellerini gerçekleştirmeleri için.

Terörle halledemediklerini bu yolla dize getirmeye çalışıyorlar.

Dünyayı bu açıdan değerlendirdiğimizde, terörün ağırlıklı olarak İslam ülkelerinde hayat bulduğunu görüyoruz.

Terör tek adres olarak ve ağırlıklı olarak kendine İslam ülkelerinde ortam buluyor.

Büyük bir çelişki!

Terörün İslam dini ile Müslümanlıkla uzaktan yakından ilişkisi yok.

Acaba haşhaşiler bu ülkelerde giderek çoğalıyor mu?

Aslında mesele ana yoldan sapmaktan ileri geliyor, hal böyle olunca emperyalistler bu durumu iyi kullanıyor, önce haşhaşileştiriyor sonra istediği gibi yönlendiriyor.

Çünkü emperyalist güçler hain emellerine ulaşmak için terörü kendileri için bir araç olarak görüyor.

Emperyalist güçlerin asıl amacı açık ve seçik olarak İslam ülkelerinde demokrasi istemedikleridir.

Sömürü lobisi İslam ülkelerinde ya despot bir rejim, ya kendi boyundurukları altında bulunan bir rejim; bunlar olmazsa terörün veya iç savaşın hâkim olduğu bir düzen istiyor.

Bunları istiyor ki İslam ülkeleri kalkınmasın, Müslümanlar refaha ve huzura kavuşmasın.

Hal böyle olunca terör ve iç savaşlar giderek İslam ülkeleri için büyük bir tehdit oluşturuyor.

Ancak bu hain ve çirkin tuzağı bütün İslam ülkeleri fark edebiliyor mu?

Yoksa bana dokunmayan bin yaşasın umursamazlığını mı sürdürüyor?

Şimdilik bunu potansiyel bir tehlike olarak görmezden mi geliyor?

Ne yazık ki bu acı gerçeği bugün kendileri için yok saymaları hiç ummadıkları bir anda karşı karşıya kalabileceklerini göz ardı etmemeleri gerekir.

Yapılması gereken ne?

Bu sinsi tehlikeyi çok geç kalmadan dikkate alıp, gerekli tedbirlerin alınması gerekiyor.

Çünkü artık terör bir kanser tümörü gibi yayılıyor, huzur buldum derken mantar gibi ortaya çıkabiliyor!

Bunun için eğer yoksa veya var da atıl durumdaysa İslam ülkeleri terörle mücadele için bir organizasyon veya komisyon oluşturup, bu sinsi ve hain tehlikeyi nasıl önleyebiliriz diye çalışma başlatmaları herhâlde kaçınılmaz olmuştur.

Bu hayati işi Birleşmiş Milletlere (BM) bırakmak, bir bakıma kuzuyu kurda emanet etmek gibi olur.

Çünkü BM kesinlikle İslam ülkelerindeki bu tür hayati bir konuya çözüm getirecek bir yapıda değil.

Bu nedenle acilen bu anlamda bir organizasyon kurulup gerekli çalışmalarına uluslararası ölçekte başlaması gerekiyor.

Günümüzde birçok İslam ülkeleri bu insanlık dışı belayla iç içe yaşıyor.

Bu sadece İslam ülkelerinin meselesi olmaktan çıkmış aslında bütün insanlığı ilgilendiren bir mesele olmuştur.

Terör faaliyetlerinin sadece emperyalist güçlerin maşası olmaktan başka bir gayesi olamaz.
 

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Suriye dramı BM'nin kınama aşamasını çoktan aştı


 

Suriye’de 4 yıldır uygulanan zulüm kapsamında işlenmemiş insanlık suçu kalmadı.

Birleşmiş Milletlerin (BM) kayıtlarında bunların hepsi bulunuyor.

Fakat BM bu eşi görülmemiş vahşeti sadece kınamayla geçiştirmeye çalışıyor.

Bir nevi ‘göz boyama’dan öteye geçmiyor

Dört yıldır Suriye’deki zulmü sadece kınamayla geçiştirmekten başka bir iş yaptığı yok.

Katliamlara karşı daha radikal tedbirler almak gerekir.

Bu tedbirleri almanın zamanı çoktan geçti.

Kınama bu derece insanlık suçu işlenmiş olaylar için kullanılmamalı.

Bunun da bir adabı ve sınırı olmalı nereye kadar kınama, savunmasız insanlar vahşice katledilirken işi kınamayla geçiştirmenin de bir suç sayılması gerekir.

Bu insanlık dramına ilgisiz kalış, başka istenmeyen olaylara zemin hazırlıyor.

Nitekim BM ve uluslar arası toplumun ve diğer ilgili kurumların bu küresel insani sorunları çözmede ilgisiz ve yetersiz kalışları sürekli yenilerinin oluşmasına zemin hazırladığını endişeyle izliyoruz.

Çünkü suç işleyenin yanına kar kalıyor algısı oluşmuş dünya kamuoyunda.  

İşte bu nokta işine geldiği zaman bu tür insani konular üzerine topyekûn savunma anlayışıyla giden uluslararası toplum, Suriye konusunda sadece kınamayla yetiniyor.

Bu hususta en önemli görev uluslararası medyaya düşüyor.

Bir de sivil tolum kuruluşlarına.

İşine geldiğinde 24 saat kesintisiz yayın yapan uluslararası medyanın, aynı duyarlılığı bu tür insani olaylar karşısında da göstermesi beklenir.

Suriye gibi bir insani konuda maalesef bu samimiyet gösterilmedi, gösterilmiyor.

Mısır konusunda yine gösterilmedi gösterilmiyor.

Myanmar’daki her türlü hakları ihlal edilen Müslümanlar içinde gösterilmiyor.

Nedeni belli bu vahşetin arkasında belli güçlerin bulunduğunu akla getiriyor.

Emperyalist güçler dört yıldır süren bu vahşeti görmezden geliyor.

Ne demek ‘biz kınadık’.

Bir kere senin kınamanı kimse kaale almıyor.

Almamasının nedeni de biliniyor ki kınaman samimi değil, dört yıldır aynı şey yapılıyor. Bunun danışıklı dövüşten başka bir şey olmadığı artık çok iyi anlaşılmıştır.

Suriye’de çocuklar varil bombalarıyla parça parça olurken, en vahşi hayvanların bile yapamayacağı bir vahşette zulüm uygulanırken, kınamanın Suriyeli mağdurlar lehine bir sonuç getirmeyeceği çok iyi biliniyor.

Suriye’de bir oyalama taktiği uygulanıyor.

Suriye’de bir göz boyama taktiği uygulanıyor.

Suriye’de eşi görülmemiş bir vahşet uygulayan zalim bir yönetim alenen korunuyor.

Suriye’de yapılanların bir insanlık suçu olduğu kanıtlanmış olmasına rağmen, ne BM ve ne de diğer ilgili korkuluşlar bu hususta üzerlerine düşeni yerine getiriyor.

Gerek Suriye’de ve gerekse Mısır’da, Myanmar’da ve diğer zulme maruz kalan Müslüman ülkelerde büyük bir insanlık suçu işleniyor.

Evrensel hukuk, insan hakları ayaklar altına alınmış.

Bu açık duyarsızlığı, ancak ve ancak uluslararası medya ve sivil toplum kuruluşları hukukun içinde kalarak dile getirilebilir.

İşlerine geldiğinde istedikleri yere siyah çelenk bırakarak dünya gündeminde yer bulanlar, işte bu insanlık dramına da demokratik ve hukuki bir üslupla dünya kamuoyunun dikkatlerini çekebilirler; yakmadan, yıkmadan ve fazla bir kalabalık oluşturmadan.

O zaman gerçekten insan konusundaki samimiyetlerini göstermiş olurlar.

Aksi takdirde yakma, yıkma ve hakaret maksatlı protestolar bunların amaçlarının insanlık adına değil, kargaşa ve terör adına yapıldığını gösterir...

Netice olarak dünya huzur ve barışını sağlamak adına kurulmuş BM, "artık bu asli görevini istismar etmekten başka bir işe yaramamaktadır" algısını oluşturuyor zihinlerde.

15 Mayıs 2014 Perşembe

İnsani olaylara bakışta samimiyet eksikliği


 

Dünyadaki günlük gelişmelere baktığımızda üzerinde durulması ve çözüme kavuşturulması elzem olan o kadar çok mesele var ki…

Ülkemizde bu ülkenin her ferdini derinden yaralayan bir maden faciası meydana geldi.

Soma’ya dışardan kim ne kadar ilgi gösterirse göstersin, ‘ateş düştüğü yeri yakar’ misali kimsenin bizim kadar yüreği yanmaz.

Bu tür olaylar bazıları için sadece sureti haktan görünmekten ibarettir.

Gerçek maksatlarını hemen ifşa ederler.

Acaba bu olaydan nasıl ‘nemalarınızın’ hesabı içinde olanlar hemen çözümü sokakta arar.

Bunu da usulüne uygun değil, tek amacı olan yakma ve yıkmayla ülkeye olan hıncını almak için yapar…

İstismar üzerine kurdukları çirkin planlarını sergilemeye çalışırlar.

Dünyanın her yerinde sadece maden kazaları değil, benzer kazalar ve istenmeyen olaylarda çok sayıda insan hayatını yitiriyor.

Özellikle iç savaşlar, göçler, terör faaliyetlerini saymak mümkün…

İş kazalarının önlenmesi için elbette ne gerekiyorsa alınması gerekenlerin önceden yapılması; bırakın ölüm seviyesinde, çok daha hafif bir vakanın olmaması için dahi gerekli tedbirlerin alınması, gerekli eğitim ve şuurun oluşturulması gerekir.

Ancak dünyada yaşanan istenmeyen olaylara baktığımızda bunların birçoğunun önlenebilir olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, yeter ki uluslararası toplum irade buyursun.

BM açıklamasına göre umuda yolcuk edenlerin sayısı her geçen yıl artıyor.

Rakamlara baktığımızda bu tür olaylarda zulümden kaçıp belki daha güvenli bir yurt buluruz diye sulara gömülen binlerce insan biliyoruz.

Uluslararası sularda bu insanlık faciası sık sık meydana geliyor.

Kim bunun sorumlusu?

Mesele lokal olarak değerlendiriyor da, neden uluslararası olunca savsaklanıyor, göz ardı ediliyor!
Uluslararası toplumun her bakımdan gücü daha fazla değil mi?

BM ve uluslararası toplum ve benzeri kuruluşlar niçin var?

Bu katliamlara neden çözüm bulmuyorlar?

Komşumuz Suriye’de savunmasız insanlar 4 yıldır planlanmış bir şekilde katlediliyorlar.

İnsanlık adına bundan daha vahimi ve utanç verici bir vaka olur mu?

Dünyanın gözü önünde bu cinayetler işleniyor!

Suriye’de zalim yönetim bütün dünyanın gözü önünde aklına geldiği, gücünün yettiği en acımasız ölüm tuzakları kurarak savunmasız insanların üzerine atarak evlerini başlarına yıkıyor.

Bu vahim manzara karşısında ne uluslararası medya, ne uluslararası toplum kılını kıpırdatmıyor!

Bu güçler isterse bir günde Suriye’deki vahşet son bulur.

Demek ki insan hakları konusunda samimi değiller.

Anacak ve ancak timsah gözyaşları dökme sanatını iyi biliyorlar.

Mugalata sanatını iyi uyguluyorlar.

Bu uluslararası medyanın çirkin yüzünü ve zihniyetini iyi bilmek ve bu tür olaylar karşısında samimi ve adil bir yaklaşım sergilemeleri gerektiğini kendilerine hatırlatmak gerekiyor.

Neden Mısır’da darbeyi hazırlarken kesintisiz yayın yaparak darbe zemini hazırlandı, peki neden şimdi aynı duyarlılığı iradeleri elinden alınan, haksızlığa maruz kalan, binlercesi derin güçler istedi diye haince öldürülen darbe muhalifleri için gösterilmiyor?

Myanmar’da zulüm gören, yurtlarından edilenler de insan, Filistin’de ve daha dünyanın birçok yerinde zulme ve vahşete maruz kalarak hayatlarını yitiren binlerce mazlum var. Bu örnekleri artırmak mümkün!

İşte Nijerya’da kaçırılmış kız çocukları var, nere çocuk hakları, nerde insan hakları!

Uluslararası toplumun önde gelenleri isterse bu insanlık dışı olayları en kısa zamanda bertaraf eder.

Demek ki meselelere yaklaşımda samimiyet eksikliği var.

Duyarlılık ve hassasiyetin sadece belli olaylar karşısında değil, bütün insani durumlar karşısında gösterilmesi gerekir.
Soma kömür işletmelerinde hayatını kaybedenlere rahmet, geride kalanlarına başsağlığı ve sabır diliyoruz...

11 Mayıs 2014 Pazar

Tribünlere oynama hastalığı


 

Öteden beri bu tür konuşmalar genellikle sıkıntılı olmuş.

Zaman zaman bu tür konuşmaları yapanlar bulunduğu sınırları aşmış.

Bir bakıma karşı tarafta "maksadını aşan bir üslup ve muhteva ile yapılmış" intibaını bırakmıştır.

Hatta belli çevrelere “ayağını denk al” mesajı verilmiştir.

Özellikle siyasi bir muhtevayla yapılması ise Millet iradesine saygısızlık addedilmiştir.

Arkasında yatan maksat ise hep o malum zihniyetin kendini ifşa etmesi olmuştur.

Belli elitlerin istekleri veya rahatsızlıkları dile getirilmiş olması veya bu gibi yerleri fırsata çevirme anlayışı sergilenmiştir.

O zamanda bu tür konuşmalarda akla şu soru geliyor; demek ki protokol, kurum ve kurallar konusunda ya bir eksiklik var veya aşırı bir esneklik var.

Ya da bu kuralları ve nezaket kurallarını hiçe sayarak istismar var.

Danıştay kuruluş yıldönümü, bu tür toplantılarda “kimler konuşur, ne konuşur ve ne kadar konuş” konularının belirlenmesini gündeme getirmiştir.

Bu tür konuşmalar aynı zamanda statükocu bir anlayışın tezahürü oluyor.

Dahası içe kapanık kısır bir anlayışın ürünü olmaktan öteye geçmiyor...

Küresel bir dünyada bu kalıbın dışına çıkma ufkunu göstermek gerekiyor.

Kendi konusu yerine bir muhalefet partisi gibi bir metinle konuşma yapmak, herhalde meclis çatısı altında milletin reyi ile seçilmişlerin görevi olsa gerek.

Her önüne gelen istediği yerde bir siyasi parti temsilcisi gibi konuşursa bu tür toplantıların özüne ve ruhuna saygısızlık edilmiş olur.

Yapılan konuşma metininin birçok yerinde karşı tarafa söz hakkı verilmesi veya cevap verilmesi hakkını oluşturmuştur, yorumları yapıldı.

Çünkü karşı tarafı itham ve kamuoyunu yanıltma içeren bir konuşma olmuştur.

Demek ki bu istenmeyen olaya sebebiyet veren zat meclis çatısı altında yapılması gereken konuşmayla; açılış, kuruluş yıldönümlerinde yapılması gereken konuşma adap ve muhtevasını karıştırmış olmalı.

Sayın Başbakanımızı da Danıştay kuruluş yıldönümünde Barolar başkanının yapmış olduğu konuşmaya olan tepkisi herhalde bu neden dolayı olmalı; yani esas ve usul dışı bir konuşma yapılmış olmasına olan tepkiden ileri geliyor olmalı.

Bu aynı zamanda bir yargı organının kuruluş yıldönümünün istismar edilmesine neden olmuştur.

Bir hukukçunun hukuk ve nezaket kurallarına daha örnek bir şekilde uyması gerekir.

Demek ki bu tür toplantı ve kutlamalarda, kimlerin konuşmacı olacağı ve konuşma metninin nasıl olacağı ve belirlenmiş bir süresi yoksa yeniden belirlenmesi; varsa da buna riayet edilmesi için gereğinin yapılmasını gündeme getirmiştir.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

İslam âlemine huzur nasıl gelir?




İslam dünyasının içinde bulunduğu sorunlar karşısında ortak ve dış politika geliştirmede yetersiz kalışını görüyoruz.

Günümüz dünyasında gördüğümüz ve anladığımız kadarıyla dış politika çok daha bir önem ve anlam yüklenmiş durumda.

İletişim teknolojilerinin çokluk ve çeşitliliği olayları takip etmek ve bilgilenmek açısından geçmişe göre önemli fırsatlar sunuyor.

Dünyada iyi ya da kötü gelişen olaylar anında hedef kitlelere ulaşıyor.

Tabi hala kapalı rejimlerdeki gelişmeleri tam olarak elde etmek mümkün değil...

Şu anda İslam âlemine baktığımızda siyasal yönetim olarak başlıca üç temel grup görünüyor.

Birincisi bizim gibi demokrasi ile yönetilenler…

İkincisi geçiş döneminde olanlar, özellikle Arap Baharı diye nitelendirilen ülkeler ki baharları kışa döndürülmek isteniyor.

Üçüncüsü ise halk iradesinin tam tecelli etmediği oligarşi yönetimleri.

Yine İslam âleminde sesleri çıkanlar, daha doğrusu uluslar arası meselelerde seslerini haktan, mazlumdan ve mağdurdan yana çıkaranlar ve çıkarmak istemeyenler diye de bir tasnif yapmak mümkün.

Bizim gibi sesini mazlumdan ve mağdurdan yana çıkaran kaç ülke var diye baktığımızda sesini çıkaracak pek fazla ülkeyi ne yazık ki görmek mümkün değil.

Bu da 1,5 milyarlık İslam dünyasında İslam âleminin ne kadar pasifize edilmiş olduğunu mu, yoksa pasif davranmaya şartlanmış olduğunun göstergesi mi oluyor, diye bir değerlendirme yapmaya yöneltiyor insanı...

İslam âleminin dış politikadaki yetersiz kalışını görüyoruz.

Ya da karşılaştığı olaylar karşısında uluslar arası ortamda yeterince politika geliştiremediğini görüyoruz.

Bunun bir nedeni İslam âlemindeki parçalanmışlık, gücünü toparlayamaması, birleştirememesi ve bunu gerek kendisi ve gerekse dünya barışı için kullanamaması…

Sorunlar karşısında, bunları elimine edecek, mağduriyetini anlatacak politika geliştirememesini görüyoruz.

Uluslar arası arenada bu hayati boşluk sömürü düzeni için uygun bir ortam oluşturuyor.

Emperyalistler bu boşluğu, bu pasifize edilmiş ve bastırılmış durumu çok iyi kullanıyor.

“Nasıl olsa ses çıkaran yok, bu ortamı lehimize en yüksek biçimde kullanalım” anlayışı hâkim oluyor.

Dolayısıyla uluslararası gelişme ve şekillenmeler bu anlayış çerçevesinde cereyan ediyor.

Bundan da bütün İslam âlemi zarar görüyor dersek herhalde yanlış bir sonuç çıkarmamış oluruz…

Yıllardır birçok İslam ülkesinin canlarıyla, mallarıyla ödediği ağır bedeller var.

Buna ne Birleşmiş Milletler ve ne de Uluslar arası toplumun sesi yüksek çıkan üyeleri çare olmamış ve de olamaz!

Buna çare olmak için birkaç çözüm yolu görünüyor.

Bunlar kısa ve uzun vade şeklinde sıralamak mümkün.

Kısa vade de en kestirmeyle bir akil insanlar heyeti kurarak bu ülkelerde mekik dokumak.

Bu ülkelerin mevcut yapı içinde endişelerini izale etmek; çünkü bu ülkelerin dilleri farklı fakat hepsi İslam, buradaki en önemli farklılık ise yanlış veya doğru farklı mezheplere sahipler.

Doğru olanlara lafımız yok, yanlış olanlara da "tamam sizin mezhebiniz sizin olsun, fakat madem biz Müslümanız diyorsunuz gelin bir ortak payda da buluşalım", politikasını geliştirmek gerekiyor.

Nerede bir Müslüman mağdur olursa, bu mağduriyeti gidermek için ortak ses çıkaralım anlayışını oluşturmak gerekiyor.

"Bu hususta ortak bir diploması politikası geliştirelim."

Etkili bir diplomasi bugünün en önemli bir silahı durumunda.

Etkili bir diploması haksızı dahi haklı duruma getiriyor.

Bunu en bariz örneği Filistinliler “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” konumuna düşürüldü.

Bunun bir nedeni İslam ülkelerinin sessizliği ve dış politika yetersizliği; ikincisi ise karşı tarafın %100 haksız olmasına karşın uluslar arası arenada geliştirdiği dış politika ve diplomasi dili sayesinde kendini haklı duruma getirmiş olması.

Netice olarak İslam âleminin bir toparlayıcıya, bir birleştiriciye ihtiyacı var, haklı davasını demokratik ve diplomatik bir üslupla savunacak bir yapıya ihtiyacı var! Bu toparlanmayı ve ortak bir payda da buluşturmayı yapacak ülke ise herhalde bizden başkası değildir diye düşünüyor insan.
 

1 Mayıs 2014 Perşembe

Bayramı kargaşaya çevirenler hesap vermeli


                                                   

Her sene 1 mayıs gelince bu günü malum sendika temsilcilerinin aşırı ısrarı yüzünden bir bayram kutlaması yerine kaos gününe dönüştürme intibaı hafızalara yerleşmiş.

Artık 1 Mayıs’ı Taksimde kutlama ısrarının gerçek nedeninin bir bayram kutlaması olmadığı açıkça anlaşılmış oluyor.

Bu 1 Mayıs’ta da geçtikleri yerleri savaş meydanına çevirme gayreti, bir kaos ortamı çıkarmaktan başka bir amaç güdülmediği bir kez daha tescillenmiş oldu!

Çünkü bu ısrarların verdiği mesajlar da ‘günü’ aslına uygun olarak bir bayram gibi değil de, nasıl bir terör ortamı oluşturulur'a işaret ediyor.

Malum ülkemiz geçmişte telafisi olamayan bir acı 1 Mayıs yaşadı.

Kurbanlar verildi!

Belki de zorla sözde bayram kutlaması amacıyla oraya çekilen ve olacaklardan bihaber kişilerdi o kurbanlar...

bu hususta mensubu bulundukları sendika üyelerinin de bu anlamsız ısrara karşı çıkmaları gerekir.

Her şeyden önce bir bayram havası içinde değil de, "yakıp yıkma, kırıp dökme" havasında olduğu için onların hayatı da riske atılmış oluyor.

Sendika toplantılarında ve genel kurullarında bu husus üyeler tarafından dile getirilip, bu tür anlamsız ısrarlarını sürdürmek isteyenlerin başkanlık ve yönetim kadrolarına seçilmemeleri bütün üyeler açısından da yararlı olacaktır...

Çünkü Taksim kutlamaları, maksadı aşan bir ısrar niteliğine bürünmüş.

Hiçbir talimatı ve kanunu dikkate almadan, bildiğini okumanın arkasında yatan düşüncenin de bu günü kutlama değil de, sinsi planların uygulanması için bir fırsat olarak görülüyor herhalde.

Sesini duyurmak istemenin ötesine geçen bir art niyet planını ortaya çıkarıyor.

1 Mayıs’ı maksadına uygun olarak kutlamak, hem ülkemiz çalışanları ve hem de uluslararası ölçekte insanlık adına var olan sıkıntıların dile getirilmesi açısından daha uygun ve kabul edilebilir bir kutlama olur.

Bu 1 Mayıs, özellikle komşu ve çevre ülkelerde yıllardır süren insanlık dramının dünyaya duyurulması açısından da büyük önem taşıyordu.

Madem bir hak mücadelesi dile getiriliyor, işte fırsat; Suriye’de, Mısır’da, Myanmar’da, Filistin’de ya da başka bir yerde yıllardır yaşanan haksızlıkları dile getirip bütün dünyaya duyurmak için de önemli bir gün.

Bu ülkelerde milyonlarca insan işinden, evinden ve yurdundan oldu!

İnsanlık dersi vermek istiyorsan, bu mazlumların kısık seslerini sözde insan hakları savunucularına duyurmak istiyorsan işte sana bulunmaz fırsat.
Çünkü en büyük insanlık dramı bu ülkelerde yıllardır devam ediyor.

Eğer sen savunduğun davada samimi isen, sesinin gür çıktığı bu günde öncelikle yapman gereken usulü çerçevesinde bu insanlık dramını dile getirmek olmalıydı!

Artık devekuşu politikasının bir tarafa bırakılması zamanının çoktan geldiğinin idraki ve şuuru içinde olunması gerekiyor.

Senin esasta karşı olduğun sömürü düzeni değil mi?

İşte bak küresel sömürünün söz konusu ülkelerde yıllardır yaptığı zulüm bütün evrensel kuralları çiğneyip geçti.

Sömürüye karşıysan, zulme karşıysan gör bunları!

Sıkışmış olduğun anlamsız dar kalıpların dışına çıkmaya çalış.

Kaldır başını, genişlet ufkunu gör bu mezalimi.

Savunulan haklar ve insanlık davasındaki samimiyet bunu gerektirir, yoksa ısrarın arkasında haklı olarak art niyet aranır.

Özellikle bir dünya başşehri olan İstanbul’da bu tür olayları çıkararak olayların geçtiği yerlerdeki sakinlerin huzurunu kaçıran ve toplum düzenini bozanların kanun önünde hesap vermeleri gerekir.