26 Mayıs 2013 Pazar

BM Esed'i savaş suçlusu saymalı





Ülkemizle en uzun sınıra sahip Suriye’deki iç savaşın üçüncü yılına girmesinin akla gelen ilk neden uluslararası toplumun bu vahşete duyarsız ve ilgisiz kalması.
Önde gelen üyeleri, özellikle BM’nin 5 daimi temsilcinin bu insanlık dramında anlaşma sağlayamamaları sürdürülebilir küresel barış içinde endişe verici bir durum…
Bu anlaşmazlık aynı zamanda bazı soruları ortaya çıkarıyor.
Uluslararası toplumun önde gelen üyeleri özellikle Amerika Birleşik devletleri ve Rusya’nın böyle bir insani davada uzlaşamamaları ve ortak bir eksende buluşamamalarının arkasındaki önemli nedenlerden biri bu ülkenin ülkemizle uzun bir sınıra ve akrabalık ilişkilerine sahip olması mı?
İran’ın askeri, mali ve lojistik olarak açık bir desteğinin var olması ve ABD’nin İran’a nükleer silah üretimi iddialarına rağmen bu konudan dolayı fırsat varken daha fazla yüklenmemesi de bir başka konu olarak dikkat çekiyor.
Stratejik önemi olan Kusayr şehrine Esed güçlerinin üçayaklı bir saldırı başlattığı ve buradaki insanların kuşatıldığı bildiriliyor.
Birleşmiş Milletler ise Suriye’ye komşu olan ülkelere çağrıda bulunarak sınırlarını sığınmacılara açık tutmalarını istiyor, aynı zamanda ev sahibi ülkelere destek olmaları için uluslararası toplumdan acil ve güçlü yardım desteğini istiyor.
BM’nin Göçmen Bürosunun son açıklamasına göre, 1,5 milyondan fazla Suriyeli göçmen Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a sığınmış bulunuyor. Giderek artan şiddet karşısında daha fazla insanın güvenlik arayışı nedeniyle göç edeceği bekleniyor.
Kaçmaya çalışan çok sayıda insanın tehlikeli bölgelerde sıkışabileceğinden rahatsızlık duyduklarını BM ifade ediyor.
Uluslararası hukuka göre, şiddetten kaçarak selamete ulaşmak isteyenler için başka ülkelere sığınmanın zorunlu bir durum olduğunu vurguluyor.
Ayrıca, uluslararası toplumun sığınmacıları ağırlayan ülkelere güçlü ve acil desteği sağlamalarının hayati olduğunu vurgularken, bu ülkelerin bu yükü yalnız başlarına omuzlamalarına terk edilmemelerini hatırlatıyor. Sadece sınır ülkeler değil bütün ülkelerin bu işe yardımcı olmalarını isteyerek sığınmacılar için bütün sınırların açık tutulması isteniyor.
BM’nin buraya kadar söyledikler çok yerinde ve insani, fakat Suriye’nin kan kusan liderinin aslında temelde olamayan meşruluğunun iki yılı aşan süre içerisinde ülkesinin insanlarına uyguladığı insanlık dışı vahşet karşısında zaten hiçbir meşru yanı kalmamış olması hususunu es geçiyor.
İnsanlarına vahşet uygulayan bir kişinin, o insanları temsil yetkisinin olmaması gerekir. Zaten bu kavganın temelinde bu şahsın demokratik yollardan değil de, zorbalık yoluyla iktidarı elinde tuttuğu içindir.
Bu yetmiyormuş gibi iki yılı aşan süredir ülke insanlarına eşi görülmemiş bir vahşeti arkasına aldığı birkaç devletin desteği ile yürütüyor.
BM sınırların açık tutulmamasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu ifade ediyor. Bu şekilde komşu ülkeleri ve hatta bütün ülkelerin bu hususa dikkat etmelerini istiyor. Sınır ülkeler de bu işi bir insanlık borcu bilerek ellerinden gelen fedakârlığı yapıyor. Ancak bu noktada uluslararası hukuku hatırlatan BM bunca insanlık dışı eylemde bulunan bir kişiyi ve bunu destekleyenler için neden uluslararası hukuku çalıştırmıyor.
Bu ülkelere; ‘siz vahşete destek vermekle ‘Uluslararası Hukuku’ ihlal ediyorsunuz’ sorusunu neden sormuyor. Gerek uluslararası hukuku ve gerekse temel insan haklarının ihlalini yapanlara karşı BM sessiz kalıyor.
Haziranda yapılacak Cenevre toplantısında bu vahşete destek veren ülkelere ciddi uyarıların yapılaması ve yine uluslararası topluma da bu insani konuda ciddi uyarıda bulunulması gerekir.
Uluslararası hukuk tek taraflı olarak değil de, bütün yönleriyle ele alınarak çalıştırılmalı. Ve Esed çözüme yanaşmadığı takdirde BM tarafından savaş suçlusu ilan edilerek gereken yasal işlemlerin yapılması gerekir.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bu şehr-i Sıtanbul ki…





Gökdelenlerin inşasını durdurmaya yönelik mahkeme kararı çok elzem ve çok yerinde bir karar olduğu gibi, toplumsal beklentiyle de örtüşmüş.
Gökdelen inşaatı aynı zamanda değişim ve dönüşümün özüne, ruhuna aykırı durmaktaydı. İstanbul gibi bir şehri gökdelenlerle kuşatmak büyük bir vebal olurdu.
Bu vesileyle asırlar öncesinden İstanbul’un manevi ve maddi önemini şiirinde dile getiren şair Nedim’in malum mısralarını hatırlamamak olmaz.

Şair Nedim, “Bu şehr-i Sıtanbul ki bi misl-ü behadır                      
                      Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır” diyerek İstanbul’un değerini şiir diliyle anlatmıştı…

İstanbul başka, New York başka, kıyas bile kabul etmez…
İstanbul’u görmeye gelenler New York’u değil misli bulunmayan ve paha biçilemeyen bu şehrin tarihi ve tabii güzelliklerini görmeye geliyor. 
Tarihi asırlar öncesine dayanan bir şehri gökdelenlerle kuşatmak şehrin şahsına münhasır özelliklerini de kuşatmak ve hapsetmek amacını taşır.
Dahası şehrin kendine has paha biçilmez değerini sıradan şehirlerden farksız kılar. Bir New York, tarih ve tabii güzelliklerden yoksun olan benzer şehirler hiçbir zaman İstanbul değerine yükselemezler. Ancak ve ancak yapılacak gökdelenler onların seviyesini İstanbul’a yaklaştırır.
Değişim ve dönüşüm süreci ile ülkemiz bu vesileyle hayati bir fırsat yakalamıştır. Bu fırsat gerek İstanbul ve gerekse diğer tabii ve tarihi eserlerimizle nakış nakış işlenmiş şehirlerimiz için de aynı önemi taşımaktadır.
Bu fırsatın istenmeyen bütün unsurlardan ve yanlışlıklardan şehirlerimizin temizlenmesine vesile olacağını umuyoruz.
Bu nedenle bırakın ilave gökdelen ve benzeri yapılaşmayı, mevcut durumda bile bu özelliklerini kapatan, hapseden yapılaşmanın kaldırılması; saklanmış ve değersizleştirilmeye yol açan bütün unsurların ortadan kaldırılmasına vesile olmasını temenni etmekteyiz.
Bu süreçte görev alacak inşaat firmalarımızın bu değişimi gecekondulaşma anlayışı içinde değil de, kurumsal bir anlayış içinde konuya yaklaşmalarını dileriz.
Yeniden yapılaşmanın yaşam kalitesini artıramaya yönelik olacağı gibi, şehirlerin kalitesini de artırmaya yönelik olmasıyla tarihi ve tabii güzelliklerin açığa çıkarılıp korunması sağlayacaktır.
İstanbul’a has olan paha biçilmez değerler sürdürülebilir ve kalıcı bir duruma kavuşturulmayı bekliyor. Gökdelenleri her zaman inşa etme şansımız var, fakat bir Sultanahmet camiini, bir Topkapı sarayını ve daha birçok paha biçilmez tarihi eserlerimizi inşa etme şansımızın olmadığını unutmamak gerekiyor.
İlgili mahkemenin gökdelen inşaatlarına yönelik durdurma kararı çok yerinde olmuş, gökdelenlere mahkûm olan İstanbul'un tarihi ve tabii güzellikleri böylece gökdelen mahkûmiyetinden, işgalinden kurtulmuş olacak. Bu aynı zamanda şehrin kendine has değerine kavuşmasına ve kıymetinin artmasına vesile olacak, turizm değeri, çevre ve yaşam kalitesi daha da yükselmiş olacak.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Çözüm süreci ve akil insanlar




Ülkemizi de yakından ilgilendiren bulunduğumuz bölge; özellikle yakın çevremizdeki ülkelerin, son yıllarda yaşadığı politik değişim bir türlü istikrara kavuşmadı.
2003 yılında demokrasi getirme amacıyla Irak’a giren ABD’nin demokrasi yerine geride bıraktığı kan, gözyaşı ve terörü oldu.
Ülkede gün yok ki patlamalar olmasın ve geride çok sayıda ölü ve yaralı bırakmasın…
Ülkede kontrolü sağlamak bir türlü mümkün olmuyor. Bu aslına adil bir hükümetin kurulamamsından ileri geliyor. Adil bir seçim ve yönetim olmayınca, mevcut yapı istenmeyen olayların oluşmasına ortam hazırlıyor. Irak’taki yapı ve izlenen politikanın ülkenin tamamını kucaklamaktan uzak olması ülkeyi kaostan kurtaramıyor.
Ülkenin kurtuluşu adil ve dürüst bir seçim yaparak sonuçlarına razı olmak ve ülkenin tamamını kucaklayacak bir hükümetin işbaşına gelmesi ile mümkün olacağı görünüyor... Bir de İran’ın ülkeden elini çekmesine bağlı…
Bir diğer komşumuz Suriye’deki durum ise her geçen gün daha kötüye gidiyor. Üçüncü yılına giren bu vahşeti durdurmak için Birleşmiş Milletler ve uluslar arası toplum gereken sorumluluğu bugüne kadar üstlenmedi.
Daha doğrusu Rusya, Çin ve İran’ın mevcut yönetimin bu insanlık dışı, uluslar arası hukuka ve insan hakları temel değerlerine ters düşen uygulamasına lojistik, mali ve politik destek vermeleri bu vahşetin üçüncü yılına girmesine ortam hazırladı.
Geçen süre binlerce insanın ölümüne neden oldu. Yaklaşık olarak ülke nüfusunun yarısının yerlerinden olmasına, ülkelerini terk etmelerine neden olmuş.
Suriye konusunda işi sürüncemede tutan uluslar arası toplum bu vahşetin sürmesinden memnun görünüyor olacak ki konuyu ciddi bir şekilde ele almayıp sürüncemede bırakıyor.
İşlerine geldiğinde asırlar öncesini giderek insan hakları adına bazılarını suçlamaya çalışan uluslararası toplum üç yıldır yaşanan bu vahşete seyirci kalırken, aynı zamanda insan hakları konusuna olan duyarlılığındaki samimiyetsizliğini de sergilemiş oluyor.
Bu tutumuyla uluslararası toplum savunduğu değerlerle çelişkiye düşmüştür. Yine Myanmar’da bütün dünyanın gözleri önünde Müslümanlara yapılan katliama karşı aynı duyarsız tavır sergilenmiştir.
Bir başka insanlık suçunun işlendiği, yakınımızda uzun yıllardır devam eden yer ise Filistin olmuştur. Bugüne kadar Filistinliler sorununa kendi öz topraklarında çözüm bulunmamış, Filistinlilerin bu temel meselesi altmış yılı aşan bir süredir çözümsüz bırakılmıştır.
Afganistan 30 yılı aşan bir süredir yine insanlık dramının yaşandığı, hakların ihlal edildiği bir başka İslam ülkesi, açlık sefalet işsizlik kol geziyor...
Pakistan aynı şekilde bir türlü istikrar bulamayan ülke olarak bir arada yaşamasını öğrenemeyen bir diğer yaralı İslam ülkesi…
Gerek Afganistan ve gerekse Pakistan’da Taliban denilen örgüt sözde savunduğu değerlere tamamen ters düşen anlamsız bir mücadele içine girerek bu ülkelerin insanlarına yıllardır her türlü zulmü reva görmüş ve ortam hazırlamıştır.
Bu örgüt bu ülkelerin birliğine, beraberliğine ve asli değerlerine telafisi mümkün olmayacak derecede tahribatlar yapmıştır.
Özellikle komşu olan ve yakın çevremizde bulunan İslam ülkelerinde kontrol edilemez olaylar aynı zamanda ülkemiz için de riskler oluşturmakta.
Ülkemizin son aylarda başlattığı çözüm süreci ve akil insanlar heyetlerinin ülkemiz genelinde bugüne kadar yaptıkları çalışmaların olumlu yansımalarını çeşitli vesilelerle öğreniyoruz.
Dolayısıyla bu olumlu faaliyet; özellikle Irak, Afganistan ve Pakistan için de benzer bir şekilde başlatılamaz mı, sorusunu akla getiriyor.
Çünkü bu ülkelerin de böyle bir sürece acil ihtiyaçları var, aksi takdirde yaşadıkları kaosun bitmesi mümkün görünmüyor…

17 Mayıs 2013 Cuma

Recovery requires decisively action



 
The foremost challenges of the world such as growth, unemployment, lack of pity, compassion, brutality have been for a long time on the agenda of the world.
So, these appalling situation forces those people who face with unsuitable living condition to migrate and displace their own countries as well as leaving their business activities and living devices.
Of course, these unwanted events not only make up bad effects on those people, but also have negative effects on the entire economic activities directly or indirectly across the world.
Such kind of challenges, conflicts and poor governance repress development in many regions. In addition, climate change and natural disasters put social and economic achievements at risk. Cushioning these challenges requires successful domestic policy, international cooperation and effective international institutions.
These challenges maintain their terrible effects on fragile communities not to access to enough prosperity especially in the said countries.
Consequently, focal point of the international organizations which responsible for economy, growth, finance and security is to try to secure and achieve enough growth and jobs; fiscal consolidation, structural reforms and monetary policy, also overcoming institutional and governance challenges, urban settlements and investing in infrastructure and in agricultural productivity to provide breathing space.
However, despite these harmful developments, the global financial system is regarded more stable than it was six months ago, but a number of challenges remain, according to IMF.
“While the outlook for developing economies is promising and downside risks have diminished in the short-run, global macroeconomic stability is not yet restored, unemployment is still high and food prices continue to be unstable and to bear down on the poorest,” the analysts say.
As for the Eurozone, ailment economy is persisting its effect. According to the latest indicators, France has entered its second recession in four years after the economy shrank by 0.2% in the first quarter of the year.
Unemployment in the eurozone has surged to a fresh record high, while inflation has fallen to a three-year low, so the European Central Bank (ECB) has cut its benchmark interest rate to a new record low amid ongoing worries about the eurozone's economic health. Maybe this new rate would be contributor in terms of consumption and investment in the zone. As for the US, lower growth is predicted would have a negative impact on the region, particularly in Mexico and Central America.
Across the world, Asian countries’ economies feature brighter than other regions to leverage the global economy.
China's economy, the second-largest of the world, has slowed and performed worse than many analysts expected in the first three months of the year.
Despite slowing down in its economy due to setback in the global exports and trade, Chinese economy is regarded the most robust economy in the world. In order to cushion its current situation, Beijing has acknowledged that situation and indicated that it wants to increase domestic demand to reduce its dependence on exports and achieve more sustainable growth.
Within this negative conjuncture; the long standing crisis, conflicts and strife across the world remain as a barrier in accomplishing the MDGs of which deadline will end up 2015…
The global actors envisage that they need to act decisively to look after a sustainable recovery and restore the resilience of the global economy. So as to overcome the troubles across the world, it is foreseen an environmentally, socially and economically sustainable manner are required.
As for the assessments of the economics authorities for the global growth in 2013, the economic indicators would be nearly the same in 2012.
The wellbeing, peace for current and future generations depend on sustainable achievement in terms of the above mentioned troubles.
 
 




 

12 Mayıs 2013 Pazar

Güvensizlik Konseyi



Uluslararası toplumun ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin beş daimi temsilcisinin insani değerlere olan samimiyetsizlikleri bir kez daha tescillenmiştir. Güvenlik konseyi artık üçüncü yılına giren Suriye’de yaşanan vahşetle ‘Güvensizlik Konseyine’ dönüştüğünü göstermiştir. İstediği konuda acil kararlar alan konsey Suriye gibi insani bir konuda savsaklama yolunu tercih etmiştir.
Gelinen bu aşamada, bunca katliamdan sonra ABD’nin artık bir şey yapması öneriliyor. Eğer ABD kenarda kalırsa Suriye’de durumun kötüye gideceği ima ediliyor.
Bölgesel analistler Suriye’deki gidişatı 20 yıl önce derebeyliklere bölünen ve o zamandan beri anarşi, terör ve açlıkla karşı karşıya kalan Somali’ye benzetiyorlar.
Böyle giderse Suriye’deki iç savaşın giderek tehlikeli bir duruma dönüşeceği tahmininde bulunanlar var ve bu ülkeye dönüşecebileceği tahminleri yapılıyor... 
Göründüğü kadarıyla Rusya’nın, İran’ın ve İsrail’in ülke üzerinde emelleri var.
Şam yakınlarındaki kimyasal silah araştırma merkezini gece yarısı bombalayan İsrail ise işi daha ileri götürmek istiyor.
Bir görüşe göre İsrail ve Hizbullah arasında savaşa dönüşeceği, buna sebep ise Esed’in müttefiki Hizbullah’a gelmiş olduğu iddia edilen füzeler gösteriliyor.
Bir başka neden ise İran yapımı Fateh-110 füzelerinin bu örgüte nakledilmiş olması.
İsrail bu gelişmeleri kendisi için tehlike göstererek Suriye meselsine müdahil olma sebebi olarak görüyor.   
Füzeler “vekâleten açık uçlu bir savaş” olarak değerlendiriliyor.
Bir tarafta İsrail, bölgesel güçler ve batılı ülkeler, diğer tarafta ise Hizbullah ve Suriye’nin olacağı, şeklinde değerlendiriliyor.
Suriye’de bir başka gelişme ise İran askerleri ve Hizbullah’ın muhaliflerin aldıkları yerleri geri alarak buradaki Sünnileri katletmek şeklinde yorumlar yapılıyor.
Bunun son örneği ise Baniyas ve Banya’da yapılan katliam gösteriliyor.
Suriye konusuna uluslararası toplumun bu derece ilgisiz kalması, ister istemez bölge üzerinde bazılarının derin emelleri olduğu ihtimalini akıllara getiriyor. Özellikle kendini haklı çıkarmak için mahir olan ve kılıf bulan İsrail bu işin geciktirilmesinde perde arkasındaki başrol oyuncusu gibi duruyor.
Uluslar arası toplumun ağırlıklı olarak bu işe seyirci kalmasının yanında, Türkiye hariç İslam ülkelerinin önde gelenleri de kabuğuna çekilerek ‘bana dokunmayan bin yaşasın’ politikası izlemişlerdir.
Suriye konusu bölgede değişimin bir dönüm noktası, ya da derin planları olanlar için bir başlangıç noktası olma izlenimini veriyor.
Çözüm âdeta askıya alınmış, kargaşa ve vahşete prim verilirken olayın boyutlarının sanki Suriye’nin de sınırlarının dışına çıkması için süre tanınmış.
Mali’de yaşanan iç çatışmaları önlemek için, BM hemen karar almış, Fransa olaya müdahale etmiştir. Fransa aynı zamanda Libya krizinde de alelacele harekete geçerek Kaddafi’yi bombalamıştı. Diğerleri de desteklemişti. Konseyin alacağı insani kararlar elbette desteklenmeli.
Ancak, sınır komşumuz olan Suriye olayında sessiz kalınmış, vahşete göz yumulmuştur.
Böyle bir ciddi olayı askıya almaları ise, Suriye konusunda farklı beklentilerin olduğu izlenimin veriyor. Bu kadar gecikme ise BM güvenlik konseyinin güvenini yitirdiğinin ve adil davranmadığının göstergesi oluyor.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Otomotivde alternatif arayışlar




En gözde küresel sektörlerinden biri de otomotiv sanayi.
İlk motorlu vasıtalardan günümüze kadar sektör sürekli değişim geçirdi. Araştırma ve geliştirme faaliyetleri diğer sanayi dallarında olduğu gibi otomotiv sanayinde de aralıksız devam etti. Günümüzde motorlu taşıtlar gerek sayı, çeşit ve gerekse model olarak takip edilemeyecek kadar artmış oldu. Bünyesinde milyonlarca insanı istihdam eden sektörün günümüzde en sıkıntılı tarafı fosil yakıtlarla çalışması nedeniyle çevreye vermiş olduğu kirlilik. 
Bunun halli de sıfır emisyonlu araçların geliştirilmesi ve uygulamaya sunulması ile olacak...
Son yıllarda, özellikle büyük şehirlerde, toplu taşımanın sebep olduğu yoğun hava kirliliğini azaltmak için alternatif yakıtla çalışan araçlar üzerinde duruluyor. Bunun da en uygun bilinen çözüm şekli yenilenebilir enerji türlerini kullanarak bu kritik konuyu çözüme kavuşturmak.
Bu nedenle elektrikle çalışan araçların yaygın bir şekilde kullanılması en uygun çözüm olarak düşünülüyor.
Bu amaçla otomotiv sanayinde şaşırtıcı çalışmalar ve gelişmeler yaşanıyor. Bu çalışmalar günümüz üretim teknolojilerini ve sistemlerini zaman içinde elimine edecek görünüyor.
Geleneksel üretim sistemi gelecekte tamamen değişmiş ve bugün üretilen otomotivin bazı temel parçalarına ihtiyaç kalmayacak türden çalışmalar yapılıyor. Bu bakımdan günümüzün üretim teknikleri ve üretilen orijinal montaj parçalarına gelecekte ihtiyaç kalmayacak gibi bir değişim süreci içinde sektör.
Belki de sadece nostaljik amaçlı olarak üretimi yapılacak. Mevcut teknolojilerle üretilen araçlar gelecekte klasik araçlar sınıfında yerini alabilir.
Bu hızlı değişim ve dönüşüm ülkemizde üzerinde çok konuşulan bir yerli araba markası üretimini, mevcut klasik tür yerine geleceğin teknolojilerini kapsayan türden olması lüzumunu ortaya çıkarıyor.
Otomotiv sanayindeki gelişmelere ayak uydurmak ve gelişmelerin paralelinde uluslar arası pazardaki payı korumak ve hatta mevcut olan payı artırmak için gelişmeleri takip etmek ve aynı zamanda değişen ve gelişen şartlar gereği bu gelişmelere adapte olmak mecburiyeti gözden uzak tutmamak gerekiyor. Aksi takdirde sektörde hızla gelişen ve değişen yapının gerisinde kalmak gerek sektör ve gerekse ülke olarak zor ve sıkıntılı duruma düşmeye neden olabilir. Daha doğrusu sektörün çöküşüne yol açabilir.
Bu hususta ileri ülkeler sektörü sürekli olarak çevreye uyumlu, giderek emisyon miktarını azaltan ve hatta sıfır emisyonlu teknolojilerin geliştirilip yaygın bir uygulama bulması için gerek mevzuat ve gerekse işin teknik yönü itibariyle çalımlalar yapmaktalar.
Avrupa Birliği bu hususta yeni düzenlemelerle karbondioksit emisyonunu giderek azaltmayı planlıyor.
ABD emisyon miktarını yüzde 80 azaltmayı planlıyor. 2050 yılana kadar taşımacılık sektöründe petrol kullanımını azaltarak bunu başarmak için kapsamlı bir yaklaşımın gerekli olduğunu vurguluyor.
Kombine stratejiler; her tip araç için yakıt ekonomisini artırmak; taşımacılığı azaltmak, rekabetçi hizmet sağlayarak ve düşük karbonlu yakıtları, biyoyakıtlar, elektrikli araçlar ve hidrojen dâhil olmak üzere alternatif çözümler düşünülüyor. ABD’de konu ile ilgili yapılan çalışmada üç büyük strateji tespit edilmiş; verimlilik ve talep yönetimi ile enerji kullanımının azaltılması; yenilenebilir enerjiden elektrik ve hidrojen kullanımının artırılması ve biyoyakıt kullanımının artırılması şeklinde çözümler düşünülüyor.
Kürsel ısınma, bozulan çevre şartları ve iklim değişikliği geleneksel üretim yapısını değişime zorluyor.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Sudaki örtülü tehlike




21. yüzyılın stratejik maddesi petroldü…
 Uğruna çok savaşlar yapıldı. İmparatorluklar yıkıldı ve petrol emirlikleri kuruldu. Acaba Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış nedenlerinden biri de petrol müydü?
21. yüzyılın başlarında yıkılan imparatorlukların yerine, özellikle bölgemizde çok sayıda devlet kuruldu. Bu büyük değişim yaklaşık bir yüzyıl önce olmuştu. Bu değişim sonrasına baktığımızda, dünyanın önde gelen petrol şirketlerinin ham petrolün üretildiği ülkelerden değil de, başka ülkelerden çıktığını görüyoruz.
Petrolün ham maddesine sahip ülkeler bu konuda strateji geliştirememiş, geleceği önceden kestirememişlerdi. Petrolün üretildiği bölgeler bu zenginlikten yeterince faydalanamadıkları gibi zenginlikleri kendileri için önemli bir sıkıntı kaynağı oldu. En bariz örneği olan Irak uzun yıllardır ne huzur ve ne de zenginlik buldu…
Ancak çağımızın petrolden çok daha kıymetli kaynağı ise su…
Hayat kaynağı…
Su kaynakları her geçen gün azalmakta ve aynı zamanda kirlilik tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktalar.
Ülkemiz bölgesinde hatırı sayılır su kaynaklarına sahip. Komşularıyla ve özellikle Ortadoğu ile mukayese yapıldığında çok avantajlı bir potansiyele sahip.
Mevcut potansiyelin korunup geliştirilme şansı var. Bunun da en başta gelen çaresi ekosistemleri geliştirmek ve korumak.
Su aynı zamanda son yıllarda ticari mallar arasında parlayan bir yıldız. Bu özelliği dünyamızın içinde bulunduğu şartlar gereği de devam edeceğe benzer.
Ülkemizde kendi firmalarımız olduğu gibi, yabancı sermayeli firmalar da su ticareti yapıyor.
Gerek ortaklık ve gerekse doğrudan bu iş yapılıyor.
Su ticareti yabancı ticari markalar veya ülkemizin bilinen markaları ile ambalajlı suları piyasaya sürüyorlar.
Açıklanan bilgilere göre ambalajlı su üretim ve tüketimi her yıl artıyor.
Bunun bir nedeni kırsal kesimin şehirlere göç etmesi, bir diğer önemli neden ise artan şehirleşme, yapılaşma ve sanayileşme karşısında güvenilir içme suyu kaynaklarının azalma eğilimine girmesi. Şehirleşme ve sanayileşmenin bir başka olumsuz yanı ise su kaynaklarına ağır bir kirlilik yükü getiriyor olması...
Küresel kuruluşların yaptığı çabalar ve çalışmalar su ve diğer tabii kaynaklar üzerindeki kirlilik yükünü azaltmak, hatta sıfıra seviyesine çekmek, daha doğrusu kaynakları sürdürülebilir bir yapıya kavuşturmayı amaçlıyor.
Ancak su kaynaklarımızın karşılaşabileceği bir başka stratejik tehlike ise su ticareti üzerinde yapılan ortaklıklar. Bundan da öte yabancılarla yapılan bu ortaklıkların üzerine oturtulan hukuki zemin ve bunun gelecekte ne gibi mahzurlar doğuracağı sorusu akla geliyor. Bu zemin ortaklık kuran yabancı sermayenin istediği tarafa çekerek kendi menfaati doğrultusunda kullanmasına uygun mu?
Aynen petrol de olduğu gibi, su gibi hayati olan kaynaklar üzerinde yapılan yabancı ortaklıkların doğuracağı sakınca çok daha büyük olabilir. Çünkü petrolün alternatifi var. Ülkemizde bu alternatif kaynaklar açısından zengin sayılır, güneş, rüzgâr, hidrojen ve bir diğer önemli kaynak suya dayalı hidroelektrik güç santralleri…
Mevcut kanun ve hukuki düzenlemeler gerek su ve gerekse diğer kaynakların ülkemiz menfaatleri doğrultusunda bir eksiklik oluşturacak bir özellik taşıyorsa tehlikeyi şimdiden görüp önlem almak, zengin kaynakların fakir bekçileri konumuna düşmememiz açısından hayati önem arz etmektedir…
Şirketlerin özellikle yabancı şirketler arasında bu yolla el değiştirmesi mümkün mü? Bu durumun yol açabileceği beklenmedik sıkıntıları sezmek ve gerekli tedbirlerin şimdiden ülkemiz menfaatine alınmasında gelecek açısından büyük faydaları olacaktır diye düşünüyor insan...

5 Mayıs 2013 Pazar

Suriye'de vahşet sınır tanımıyor




Suriye’de vahşet sınır tanımıyor. Zalim lider katliamlarını sürdürüyor.
İnsan hakları kurumlarının ve uluslararası ceza mahkemesinin bu hususta yapılanların bu kurumların kuruluş amaçlarına ters düştüğüne yönelik ciddi bir açıklaması yok.
Suriye’de yapılan katliamların büyük bir insanlık suçu olduğunu, en azından Suriye’nin vahşet sergileyen yönetimini destekleyenleri bir nebze de olsa uyarı niteliğinde bir açıklama yapması gerekirdi.
Şüphesiz, Suriye’nin insanlıktan nasibini almamış sözde liderinin iki yılı aşan bir süredir yaptığı vahşetin tutulur ve savunulur hiçbir tarafı yok.
Savaşan değil, masum ve savunmasız insanları yönelik katliamlarını 2011 mart ayından beri sürdürüyor. Bir ülke harabeye dönmüş, çok sayıda tarihi özelliği ve kültür mirası olan eserlerin yıkılmasına göz yumuluyor...
Bu arada İsrail Suriye’ye ardı ardına ikinci ve üçüncü saldırısını terörist bahanesiyle yaptı. Kaynaklar ilk saldırıyı ocak ayında yaptığını söylüyor.
Hava saldırılarının ardından, İsrail’in üçüncü saldırısı Şam yakınlarına yaptığı roket saldırısı oldu ve görgü tanıklarının ifadesi saldırının orta şiddette deprem sarsıntısı yaptığı şeklinde.
İsrail söz konusu yere kimyasal silah araştırma merkezi olması gerekçesiyle saldırmış.
İsrail bu saldırıyı yaparken kendisinin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu dünyaya ilan etmek istiyor! Saldırısını insani bir gerekçeye dayandıran İsrail yıllardır Lübnan’a, Filistin’e ve Gazze şehrine yaptığı saldırılarının hesabını da vermesi gerekir.
Kendisi yaptığı her türlü silahı masum insanlar üzerinde deneme yaparak insanlık suçu işlediğini unutmuş ve uluslararası topluma unuturmuş görünüyor.
Elbette kendi insanına karşı vahşetinde sınır tanımayan Esed’i savunmak ve masum göstermek mümkün değil; fakat gerçeklerin göz ardı edilmesi de insanlık adına uygun değil.
İsrail’in şecaati hep ‘merd-i kıpti’ benzeri oluyor. Kendisinin Esed’in başka bir versiyonu olduğunu unutmuş görünüyor…
İsrail’in bu işte başka hesapları olmalı, bir şekilde bu işe müdahil olma yolunu arıyor.
Mutlaka kendine ve kendi menfaati doğrultusunda hesapları vardır. Ya da yeni bir silah denemesi yapmaktadır.
Ancak bunu bir şekilde meşrulaştırarak, kendini haklı duruma getirmek isteğinin görünümünü veriyor dışarıya. İşgal ettiği topraklara meşru bir kapı açma amacında.
Fakat bu arada Suriye’yi bugüne kadar destekleyerek ayrımcılığı körükleyen ve esip gürleyen İran’ın İsrail’e karşı tavrı ne olacak sorusu gündeme geliyor.
Cevap olarak da yapısı gereği “hiçbir şey”… Esme ve gürleme politikasını sürdürecek.  
Çünkü takip ettiği yanlış politikası gereği savunduğu kesime değil de hep karşı tarafa yaranmıştır.
Bunları söylerken uyguladığı politikalarla bugüne kadar hep yanlış yol izlediğini hatırlatmak istiyoruz. Bunun da zararı en fazla savunduğu ülkeler olmuştur.
Temenni ederiz bu yanlışın farkına varır da daha akılcı ve makul dış politika izleyerek bölgesine zarar yerine fayda verir.
Son gelişmeler Suriye’nin yeni bir safhaya girdiği izlenimini veriyor.
Yanlışta ısrar edenlerin bu yanlışları görüp, hakkı teslim etmeleri temennimizdir; bir an evvel bu ülkede mazlum insanlara yapılan vahşetin ve akan kanın son bulması ve bölgenin huzur ve sükuna kavuşmasıdır...

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Başkanlık sistemi = ileri demokrasi





Önümüzdeki yıl ülkemizde ilk defa Cumhurbaşkanlığı için seçim yapılacak.
Daha doğrusu hukukçuların yorumuna göre seçimle, millet iradesiyle gelen ilk cumhurbaşkanı olması nedeniyle, ülkemiz başkanlık sistemine fiili geçiş yapmış olacak.
Başkanlık seçimiyle ileri demokrasiye bir adım daha atılmış olacak.
En bilinen şekliyle Amerika’da uygulanan başkanlık sisteminin kısa tarifi ise kendilerine göre şöyle, “başkanlık sistemi bir yönetim şekli olup, yürütme organı devletin ve hükümetin başı olan başkan tarafından yürütülmekte olan sistem,” şeklinde yapılıyor. Yine bu ülkede başkan seçilen kişi ordunun başı ve dış politikadan doğrudan sorumlu oluyor.
2014 yılında yapılacak seçimle fiilen yeni bir döneme girmiş olacak ülkemiz, bunun için, işin kâğıt üzerinde kalan kısmının fiili duruma uyarlanması gerekecek.
Belki şartlar gereği, yeni sistem ilk defa uygulamaya girmesi nedeniyle, ilk etapta uygulamada yarı başkanlık şeklinde yer bulacak.
Aslında böylece Türkiye’ye daha demokratik bir yapının kapıları açılacak ve bu sistem gereği daha demokratik bir yapıya kavuşmuş olacak.
Devletin tepesinde yer alan şahsiyet tabii olarak icranın başı olacak. Böylece tenkit edilme kapısı açılmış olacak.
Herhalde, atanmışlarla seçilmişler arsındaki en önemli farklardan biri de bu olsa gerek.
Çünkü atanmışların tenkit edilme durumu söz konusu değil, seçilmişler için eleştiri kapısı açık bulunuyor.
Bu da tıpkı başka ülkelerdeki uygulanan başkanlık sistemi gibi olacak.
Başkanın fiilen icraatın içinde daha aktif bir şekilde kendini bulması icraatlarını beğenmeyenler tarafından tenkit müessesesinin çalışmasını gündeme getirecek. Böylece bu yeni dönem tenkit edilen makam temsilcisine haklı olarak savunma kurumunun çalışması hakkını vermiş olacak.
Bu da Türkiye’nin demokratikleşme yolunda bir adım daha ileri gitmesini sağlayacak.
Böylece, 2014 başkanlık seçimlerinin ardından ülkemizde yeni bir dönem başlamış olacak. Son on yılda ülkemizde yaşanan değişim sürecine yeni bir sayfa daha eklenmiş olacak.
Ancak her fırsatta değişimden yana olduklarını, demokrasiden yana olduklarını söyleyenlerin başkanlık sistemine karşı çıkışları bu söylemleriyle sanki bir çelişki oluşturuyorlar.
Bu anlayış da ileri demokrasiyi istemediklerinin yorumuna yol açıyor.
Statükodan yana tavır alarak, demokrasiyi savunduklarını söylerken çelişkiye düşmüş oluyorlar. Eğer bu yeni sistem ülkemizin kalkınmasına, gelişmesine ve kalıcı istikrarına mevcut yapıdan daha çok fayda sağlayacaksa bu sistem tercih nedeni olmalı.
Amaç da bu herhalde, yani ülkemizi her bakımdan daha ileri seviyelere götürmek...