29 Temmuz 2012 Pazar

İslam âleminin hali pürmelâli




Dünyanın neresinde bir savaş varsa, nerede iç çatışma, çekişme, kargaşa varsa orada Müslümanlar var. Bu acı gerçeği her gün gerek ülke içindeki ve gerekse uluslararası medya kuruluşlarından canlı olarak takip ediyoruz.

Bu durum akıllara Müslüman ülkelerdeki bu kırılgan yapının yerini neden istikrara bırakamıyor sorusunu getiriyor. Neden Müslüman ülkeler hem maddi ve manevi açıdan güçlerini bir araya getiremiyor ki hem kendi ülkeleri ve hem de tüm dünyaya huzur ve sükûnu sağlamada katkıda bulunsun…

Bu konuda yeterli liderlik mi yok, yoksa bu işi üstlenecek liderde anlaşmamı sağlanamıyor. Bu hayati mesele Avrupa Birliği benzeri bir oluşumla dönüşümlü başkanlık sistemi uygulanarak çözüme kavuşturmak mümkün olabilir.

O zaman İslam dünyasının şu içine düşğü sıkıntılı durum bir anda olmasa bile kısa zamanda hal yoluna girebilir diye düşünüyor insan.

Avrupa Birliği geçmişte zaman zaman yaşadığı savaşlara son vermek için bu yolu bulmuş ve başarılı da olmuş...

Yanı başımızda bir yılı aşan süredir devam eden Suriye’deki çatışmaların temel nedeni bu ülkedeki düzenin kendi halkının menfaatine değil de, azanlık yönetimin ve onun dışarıdaki angajmanlarının yararına olmasından ileri geliyor.

Arap baharının yaşandığı diğer ülkelerden esinlenerek demokratik hak ve özgürlüklerini isteyen Suriye muhalifleri ki, ülkenin yaklaşık yüzde doksanının teşkil ediyorlar, zalim Suriye yönetiminin zulmü altında inim inim inliyor.

2011 mart ayından buyana iki milyon civarında Suriyeli yerlerinden olmuş ve yirmi bine yakın insan ise hayatını kaybetmiş.

Ve bu insanlık dışı hadiseler hür dünyanın gözü önünde oluyor.

Gözünü kin ve hırs bağlamış Suriye yönetimi elindeki bütün ağır silahları savunmasız insanlara karşı çoluk çocuk, kadın, erkek demeden hepsine zulmün en ağırını uyguluyor.

Ne NATO ve ne de Birleşmiş Milletler ve özellikle güvenlik konseyinin beş daimi üyesi bu zulmü durdurmak için bir araya gelip gerekli kararı alamıyor ya da almak istemiyor.

Bu tutumlarıyla zulme ortak olduklarının işaretini veriyorlar sanki…

Rusya ve Çin menfaatleri gereği bu zalim yönetime destek vermekteler.

Suriye yönetimi de halkının parasıyla aldığı silahları kendi halkı üzerinde canlı test yapıyor, böylece zulümde zirveye koştuğunu dünyaya ilan ediyor…

İslam ülkelerindeki etnik ve mezhep farklılıkları başkaları tarafından kendi amaçları doğrultusunda çok iyi kullanılıyor ve çok iyi istismar ediliyor.

Bu varlıkların uzlaşmaz ve bir arada yaşanılmaz olacağı gibi bir hava oluşturuluyor ki tamamen yanlış ve anlamsız bir saplantıdan başka birşey değil.

Gerek Irak ve gerek Suriye ve ülkemizde temel eksenin İslami değerler olması gerekirken özellikle ayrıştırıcı ve kırılgan eksenler etrafında toplanmak tercih ediliyor.

Ayrışma ve kırılganlık hassasiyetinin özellikle Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde öne çıkarıldığını ve bunda da başarılı olunduğunu görüyoruz. Milliyetçi unsurlar öne çıkarılarak yaklaşık bir asır önce imparatorluk dağıldı. Fitne ile bunu başaranlar ellerindeki silahı iyi kullanarak durmak bilmiyorlar, sürekli faaliyet halindeler nihai hedefe ulaşmak onlar için zaferin zirvesi olacak hayalini yaşıyorlar.

Fitne kimyasalı kullanılarak ayrışma süreci hep canlı tutuluyor sanki.

Suriye’de temel insan haklarını ve hukukun üstünlüğünü hiçe sayarak Esat ailesi uzun yıllardır kendi menfaatleri doğrultusunda baskı ile ülkeyi yönetmeye çalışıyor. İktidar hırsı aklını tutmuş, vicdanını karatmış olduğu için gözü kendinden başkasını göremiyor. İnsani melekelerini yitirmiş olması nedeniyle zulümde sınır tanımıyor, ama beyhude.


26 Temmuz 2012 Perşembe

Suya holistik yaklaşım


Suyun önemi zaman zaman daha fazla öne çıksa da, sağlık ve hayat kaynağı olması nedeniyle gerek insan ve gerekse ekonomik hayatta giderek önemi artıyor.
Canlıların hayatlarının ve ekonominin bütün kollarıyla sürdürülebilir olması ise, yeterli ve istenilen özelliklere sahip su kaynaklarının varlığına ve devamlılığına bağlı.
Suyun ekonomideki değerinin yıldan yıla artış göstermesi, her geçen yıl daha çok markanın su piyasasına girmesine neden oluyor. İç piyasada her yıl artış gösteren su aynı zamanda ihracat maddesi. İhracat konusu su olunca gelecek yılarda bununda haliyle miktarı aratacak.
Belki de, gelecek on yıllarda çok önemli bir ihracat kalemi olacağı gibi, Türkiye’nin 2023 ihracat hedeflerini yakalamasında kayda değer bir katkı sağlayacaktır.
Özellikle içilebilir nitelikteki su kaynakları çeşitli nedenlerden dolayı kıtlaştıkça, ekonomideki yükselen bir değer olma özelliğini sürdürüyor olacak.
Suyun en büyük düşmanları ise günümüzde yaşadığımız küresel ısınma, iklim değişikliği, sanayileşme ve teknolojide hızlı olarak yaşanan değişim ve bu değişimin kaynaklar üzerine bıraktığı ağır yükler...
Bu yükleri mümkün olduğu kadar azaltmak için, gerek suyun kalitesi ve gerekse sürdürülebilirliği açısından ekosistemler büyük önem arz ediyor.
Bu ise eğitim, farkındalık ve sorumluluk gibi konuları gündeme getiriyor karşılaştığımız çevresel sıkıntıların azaltılmasında.
Su şirketlerinin bu en zaruri ihtiyaç konusunda işletmelerinde bir uçtan bir uca kadar hijyenik ekipmanlarla donatılmaları gerektiği gibi, bu hayati konuda görev alacakların da bu işin hayati önemini kavramaları ve özümsemeleri gerekiyor.
Yapılan yanlışlıkların ve sorumsuzlukların hem insan sağlığına ve hem de ülke ekonomisine büyük zararlar verebileceği gerçeğini unutmamak gerekiyor.
Bu durumda su kaynaklarının yönetimi önemli bir konu olarak karşımıza çıkıyor.
Su kaynaklarını en iyi şekilde kirletmeden ve sürdürülebilir bir yapı içerisinde yönetmek hususunda herkese görev düşüyor. Unutulmaması gerekenin ekosistemiler büyük önem taşıyor olması; bunların korunması, tahrip olanların yeniden tesis edilmesi…
Yeşil ve orman varsa oralarda sular tutunabiliyor, depolanabiliyor ve bu sistem aynı zamanda temizleme görevi yapıyor.
Çevre kirliliğinin su kaynaklarına vermiş olduğu zararın daha çok büyümeden ve içinden çıkılamaz bir boyuta ulaşmadan, sanayi kuruluşlarımızdan tutun suyla ilişkili olan en küçük birime ve ferde kadar her kesimin bu konuya hassasiyet göstermesi gerekiyor.
Sanayi kuruluşları ve şehirleşmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak artan atıkların su kaynakları üzerinde oluşturduğu yükün azaltılması holistik bir yaklaşımı gerektiriyor.
Su konusu çeşitli yönleriyle sadece ülkemizde değil, küresel boyutta bütün dünyanın en önemli problemi olarak giderek büyüyor.
Küresel ısınmaya bağlanan aşırı yağışlar veya aşırı kuraklar neticesinde telafi edilemez zararlarla karşılaşmak ne yazık ki mümkün oluyor!  
Netice olarak meseleyi halletmek ise holistik bir yaklaşım sergilemekten geçiyor. Yani konuyu bir bütün olarak ele alıp fonksiyonel hale getirilmesi çözümü kolaylaştırıp, sorunları azaltacaktır.
 

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Suriye'de sonun başlangıcı mı?







Son saldırıdan sonra Suriye’de sona yaklaşıldığı ve liderinin akıbeti artık konuşulmaya başladı.

Ortak kanaat sona yaklaşıldığı, kendinden öncekilerin kaçınılmaz akıbetine doğru yol aldığı şeklinde.

Son çıkış şansını kullanmak ister mi, yoksa bu yolun yolcularının gittiği aynı yolumu tercih eder, konusunu zaman gösterecek.

Bu tip liderlerin ortak noktası genellikle aynı akıbetin paydaşları olması. Bu ortak son belki de aynı karakteri, aynı özelliği paylaşmalarından iler geliyor…

Zulümle beslenmeleri ve bu yolla ayakta kalmaları kendilerine bu kaçınılmaz sonu hazırlıyor.

Yapılan bunca ikaz ve hatırlatmalara rağmen, ne yazık ki bile bile bu kaçınılmaz sonu tercih ediyorlar.

Birleşmiş Milletler, “Suriye halkının meşru isteklerini karşılayacak barışçıl, demokratik, Suriye önderliğindeki değişime imkân tanıyan ortak sorumluluğumuzdan vazgeçemeyiz” diyerek bu konudaki kararlılığı ortaya koyuyor.

BM Güvenlik Konseyi, Suriye’deki şiddetin durdurulması ve altı maddeli barış planının uygulanması ile görevlendirilen Suriye Gözlemci Misyonunun süresini son kez olarak 30 gün daha uzatma kararı aldı. Planın amacı şiddetin durması, insani yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması, tutukluların serbest bırakılması, kapsamlı siyasi diyalogun başlatılması ve uluslararası medyanın ülkeye girişine müsaade edilmesi konularını ihtiva ediyor…

Suriye yönetimi, bugüne kadar masum, savunmasız insanlara acımasızca saldırdı.

Açıklamalara göre, bu insanlık dışı saldırı 10 binin üzerinde insanın acımasızca ölümüne neden oldu. Bir milyonun üzerinde insan da evlerini terk etmek zorunda kaldı.

BM mülteci yüksek komiseri evlerini terk edenlerin sayısının artacağından endişe duyduğunu ifade ediyor.

BM’ye göre 120 bin göçmen Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Irak’a sığınmış durumda.

Aslında rakamın bilinenden çok daha yüksek olduğu ifade ediliyor.

Suriye’deki katliamın son bulması için uluslararası analistlere göre, çözüm muhalif güçlerin silahlandırılmasından geçiyor.

Muhaliflerin üst seviyedeki yönetim liderlerine yapmış oldukları son saldırının rejimin düşmesinin ayları almayacağı şeklinde yorumlanıyor.

Eğer muhaliflere yardım hızlı bir zafer getirmeyecekse, çözümün direkt askeri müdahale olacağı üzerinde duruluyor.

Son çare olarak Suriye yönetiminin hava gücünü ve kimyasal silah kullanacağı tahmin ediliyor.

Kısa sürede netice alınması için bir başka görüş ise Libya’dakine benzer bir NATO hareketinin uygulanması öneriliyor bazı kesimler tarafından…

Üst düzey yöneticilerin ölümüyle sonuçlanan Son saldırıyla Suriye yönetiminin ağır bir darbe aldığı ve bunun yeni bir safhanın başlangıcına işaret ettiği yorumu yapılıyor.

Analistlere göre, askerlerin ordudan ayrılmaları devam ederse ve iç savaş Şam’ın kilit bölgelerine doğru ilerlerse, bu durumun Suriye rejiminin içten çöktüğünün göstergesi olarak algılanıyor. Bir başka iddia ise yolların çok tehlikeli olması nedeniyle artık ordunun askerlerini helikopterlerle ulaştırıyor olması…

Temennimiz içinde bulunduğumuz bu mübarek ay vesilesiyle Suriye’deki çatışmaların en kısa sürede son ermesi, Suriyelilerin huzur ve güven içinde yaşayacakları bir yönetime kavuşması…

19 Temmuz 2012 Perşembe

Irkçı baas rejiminin düşündürdükleri




Temeli yanlış atılmış, ırkçı ve milliyetçi zihniyet üzerine kurulmuş bir devlet…

Evet, millet ve devlet olma anlayışından yoksun baskıcı bir baas rejimi daha sona yaklaşıyor.

Keşke bu bitiş bu acımasız ve insafsız bir yolla değil de, demokratik usullerle olsaydı. Bunca kan dökülmeseydi. Demek ki ırkçılık ve koyu milliyetçilik üzerine bina edilmiş yönetim biçimleri sahip olduğu karakteristik yapı gereği sadece günümüzde değil hiçbir zaman itibar bulamamış ve varlığını sürdürmesi de mümkün olamamış.

Dahası, sözde temsil ettikleri toplumlara da huzur ve rahat vermemişler.

Bir ırkçı rejim daha, insanlık adına kötü bir örnek olarak yakın gelecekte tarihteki yerini almış olacak…

İşte bu durum, hala bu büyük yanlışlığı göremeyip ya da görmek istemeyenlerin kişisel menfaat ve arzularını tatmin etmekten öteye geçmeyen bir anlayışın tezahürüdür…

İşin başından beri içine düştüğü yanlışlıklar, selim aklın gereği yapılan doğru ikazlara kulak asmayıp, yanlış kılavuzlara takılan Suriye’nin lideri akıttığı kan gölünde boğulmak üzere yoluna devam ediyor. Akıttığı bu kan gölünde boğulmadan önce önünde son bir fırsat bulunuyor…

Kendisine yapılan doğru ve yapılması gerekenin aksine, yanlış yolda yürümeye devam eden Suriye’nin zalim lideri Esat için gelişmelere bakılırsa artık son dönemece girilmiş durumda.

Bunu çok iyi değerlendirip kendisi gibi sadece zulmet yolunu seçenlerin akıbetine uğramamak için önünde duran bu son fırsatı iyi değerlendirip, hem kendisi ve hem de Suriye vatandaşları için doğru olanı tercih etmesi gerekir, diye temenni ediyoruz.  

Yapılması gerekenin bugüne kadar yaptığı telafisi imkânsız, fakat 'zararın neresinden dönülürse kardır' anlayışını benimseyip görevini bırakıp, gerek kendisi ve gerekse çevresi ve dahası Suriye halkının selameti için uluslararası toplumun sesine kulak vermesi olacaktır. 

Yanlış kılavuzlara takılan Suriye yönetimi Suriye’yi kan gölüne çevirdi.

Arkasında çok sayıda insanın, acımasız ve emsali görülmemiş bir acımasızlık ve gaddarlık örnekleri bırakarak, katline neden oldu.

Şimdi bu kötü süreçte kendisini yönlendiren ve destekleyenlerden beklenen, bunların en az Suriye lideri kadar suçlu ve büyük bir yanlışın içine düşmüş olduklarını görmüş olmaları, hiç olmazsa bundan sonra geri adım atıp bir an evvel yapılan gaddarlığın bitmesine ve akıtılan kanın durmasına yardımcı olmalarıdır...

Kitle halinde askerlerin ordudan ayrılması da Suriye’deki zulüm yönetiminin sonunun geldiği şeklinde algılanıyor. East’ın ailesinin Rusya’ya kaçtığı ve rejim yanlısı askerlerin gaz maskesi takmalarının ise kimyasal silah kullanma görüşünü artırdığı yönünde.

İngiliz Guardian gazetesine göre, Esat’ın yaralı olduğu, Şam’ı terk ettiği ve Lazkiye’ye kaçtığı iddia ediliyor. Son bombalama hadisesinden sonra ise ABD, "Suriye yönetiminin kontrolü kaybettiği" görüşünü ileri sürerek, son patlamanın rejime büyük bir darba vurduğunu ifade ediyor.

Suriye’nin önde gelen isimlerinin öldürülmesi sonun başlangıcı şeklinde yorumlanıyor.  

Kendisinin ve yakın çevresinin yüksek menfaatlerini korumak için daha önceki yıllarda başvurduğu vahşet yoluna bu defa Suriye halkı baş eğmedi, Baas rejiminin acımasız ölüm timlerine karşı gelerek temel haklarını elde etmek için çok kayıp verdiler.

Zulmünü devam ettiremeyeceği, bir gün sonunun mutlaka geleceği basiretinden yoksun olan gaddar rejim artık sona yaklaşmış görünüyor. Temenni edilir ki acımasızca dökülen insan kanının en kısa zamanda durması.

Suriye liderinin bugüne kadar yaptığı anlamsız bir inadın; aşırı milliyetçi ve ırkçı bir anlayışın eseri olduğu anlaşılıyor.

Ümit ederiz bu büyük yanlış, maksatlarına milliyetçilik ve ırkçılıkla kan dökerek, insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını hiçe sayarak, sadece kendi kişisel emellerini tatmin etmeden başka bir amaç gütmeyenler için ders olur…

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Başkanlık modeli



Ülkemizde, 2010 yılında anayasada yapılan değişikle, 2014 yılından itibaren Cumhurbaşkanı seçimle işbaşına gelecek.
Bu yıla kadar parlamento tarafından seçilen Cumhurbaşkanı, 2014 yılından itibaren halkın oylarıyla seçilmiş olacak.
Bu değişikliğin temel nedeniyse seçimin demokratik bir usulle yapılması ve parlamento tarafından yapılan seçimin oluşturacağı spekülasyon ve tartışmalara son verilmesi şeklinde yorumlanıyor…
2014 yılında yapılacak seçim ister istemez başkanlık tartışmalarını da gündeme getirmiş oldu.
Dünyada uygulanan başkanlık modelinin yetki açısından kapsama alanı ülkelere göre değişiklik gösteriyor.
Başkanlıkta her ülkenin benimsemiş olduğu bir yönetim modeli var.
Daha doğrusu yetki paylaşımından kaynaklanan farklılıklar var.
Başkanlığın en bilinen örneği Amerika’da uygulanıyor. Yetki açısından ABD başkanlık sisteminin daha geniş yetkilerle donatılmış olduğu biliniyor.
Ülkemiz için zaman zaman örnek olarak gösterilen Fransa’da uygulanan model ise ABD’den farklı.
Fransa’da yetkiler başkan ve başbakan arasında paylaşılmış.
Bu nedenle uygulamaya izafeten, Fransa’daki model yarı başkanlık olarak algılanmış. Uygulama ülkeler arasında farklılık gösterse de, literatürde sistem uygulamanın yapıldığı bütün ülkelerde başkanlık olarak isimlendirilmiş.
Sadece yetkilerin paylaşımından kaynaklanan bir algılamadan dolayı pratikte başkanlık ve yarı başkanlık olarak isimlendirilmiş.
Fransız siyaset bilim adamı Maurica Duverger, Fransa’daki uygulamayı yarı başkanlık olarak seslendirmiş 1978 yılında.
Başkan ve başbakan arasında yetki bölüşümü, modelin kafalarda yarı başkanlık olarak yorumlanmasına yol açmış bu ülkede.
Uygulama bütün ülkelerde başkanlık olarak geçiyor. Sadece fark yetki donatımından ileri geliyor…
Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş ülkemizde de son birkaç yıldır gündemde bulunuyor.
Cumhurbaşkanının halkın oylarıyla seçiliyor olması başkanlık modelini de tartışmaya açmış oldu.
Seçimle işbaşına geliyor olması bu makamı daha aktif bir konuma getirmiş olacağı şeklinde yorumlara yol açıyor.
Başkanlık modelinin tam olarak uygulamaya geçmesiyle, parlamenter sistem ağırlıklı olarak yasama görevini üstlenmiş olacak…
Yürütmedeki ağırlığının azalmış olacağı izlenimini veriyor.
Bir başka özelliği ise politik tansiyonu düşürmüş olacak. Parlamenter sistemde de pek seyrek de olsa uygulamada yer bulan, “acaba kabine ağırlıklı olarak ya da tamamen parlamento dışından mı?” oluşacak sorusunu da gündeme getirmekte. Bu da yapılan yasal düzenlemelerle açıklığa kavuşacak.
Yasalarla bu konuda değişiklik yapılırsa, Türkiye yeni bir yönetim modeli ile tanışmış olacak.
Bu yeni model başkanlık sisteminin yapısından ileri gelen, politik tansiyonu bir nebze düşürmüş olacağı gibi, aynı zamanda toplumu birleştirici ve kucaklayıcı bir karaktere de sahip olacağı izlenimini veriyor.

13 Temmuz 2012 Cuma

Paradox in G20 declaration


 

In June 2012, the two global conventions were held. First one was G20 held in Mexico and latter was Rio+20 held in Rio de Janeiro, Brazil. Both of meetings’ topics virtually were akin. As G20 focuses on the global economic crisis, Rio+20 focuses on environmental issue to ensure promotion of an economically, socially and environmentally sustainable future for present and future generations.

After the global economic crisis that outbroke in 2008 and then seemingly has gotten recovery in 2010, the crisis has renewed its effect since second half 2011, especially in Eurozone. This situation in the global economy is interpreted as a double dip crisis.

According to the declaration of G20 in Mexcio, global economy has continued to face a number of challenges, such as ‘financial market tensions being high, external, fiscal and financial imbalances still prevalent’. So these negative situations constitute a major impact on growth and employment prospects and confidence across the world.

Therefore the global economy remains vulnerable affecting negatively everyday lives of people across the world.

G20 decided to act together to strengthen recovery, demand and restore confidence, to support growth, foster financial stability so as to make up jobs and opportunities for all of citizens of the countries.

Timid of economy circles in particular is Euro area that suffers from sovereign debt crisis over one year. G20 looks forward to the Euro Area working in partnership with the new Greek government to ensure they remain on the path to reform and sustainability within the Euro Area in order to secure quick recovery and stability not to deepen crisis in Europe.

Recognizing the impact of the continuing crisis on developing countries, particularly low income countries, G20 countries would intensify their efforts to form a more beneficial environment for development, including supporting infrastructure investment.

Especially by stabilizing global markets and contributing stronger growth, the countries aim to generate significant positive effects on development and poverty reduction across the globe.

According to the declaration of the meeting, strong, sustainable and balanced growth remains the top priority of the G20, as it leads to higher job formation and increases the welfare of people across the world.

Members of G20 have made commitment to adopting all necessary policy measures to strengthen demand, support global growth and restore confidence, deal with short and medium-term risks, enhance job formation and reduce unemployment.



Another meeting which is crucial for the planet’s future was Rio+20 held in Rio de Janeiro.

Heads of State and Government and high-level representatives, having met at Rio de Janeiro, Brazil, from 20 to 22 June 2012, with the full participation of civil society, by renewing their commitment to sustainable development and to ensuring the promotion of an economically, socially and environmentally sustainable future for the planet and for both present and future generations.

Poverty and hunger are seen the greatest global challenge facing the world for long years. The heads of governments and states have committed to freeing humanity from poverty and hunger stressing as a matter of urgency as before. But in this issue, which has been on the agenda especially since the beginning of this millennium, unfortunately a noteworthy way could not be taken. In order to solve this vital topic, it requires sincerity and action rather than remarks.

G20 and Rio+20 meetings’ declaration also urged international trade as an engine for development and sustainable economic growth.

But some of the states’ economic and trade activities have been restrained and have been under embargo since long years.

One of them is Turkish Republic of North Cyprus, for decades its international trade was forbidden. This is seemingly a strong contradiction with the declaration’s spirit of G20, in addition universal human rights. Solving this global challenge requires holistic approach.   


8 Temmuz 2012 Pazar

Terörün kaynağı





Yok yere oluşturulmuş, nefret ve kin üzerine bina edilmiş bir cinayet şebekesi, terör...

Üç beş tane kendini bilmezin kişisel ihtiraslarının tatmini için iç ve dış ihanet şebekelerinin bu zafiyeti değerlendirerek ortaklaşa oluşturdukları cinayet şebekesi…

Otuz yıldır öncelikle sözde sahiplendiği bölge insanının haklarını savunma bahanesiyle, tüm ülkeyi her türlü zarar ve ziyana uğratmaktan başka bir amaç taşımamaktadır.

Bu gerçek öncelikle bölge halkı tarafından anlaşılıp, buna karşı tavır alınmadıkça, bu anlamsız ve suni olarak oluşturulmuş nefret ve kin varlığını sürdürecektir.

Öncelikle gerek baskıyla, gerek kandırılarak ve gerekse başka sebepler ileri sürülerek bu ihanet şebekesine evlatlarını gönderenler terör örgütünün bu hain ve çirkin emelini görüp anlamadıkları sürece maddi ve manevi kayıplar devam edecektir.

Bu işten karlı çıkacak sadece ve sadece örgütün üç beş tane sözde lideri, esasta ise bunları kullanarak nihai hain hedeflerine ulaşmak isteyen perde arkasındaki ihanet şebekeleri olacaktır.

Bugün ileri sürülen hak arama taleplerinin hiçbiri başlangıçta yoktu.

Bu işe başlamaları masumane ve demokratik yollardan taleplerle değil, doğrudan cinayetle, korkuyla, baskıyla olmuştu. Zaten bu da terörün mayasında bulunmaktadır. Terör insanları, aşırı korku ve baskı uygulayarak, kendi çirkin politik emelleri doğrultusunda kullanmaktır.

Dikkat edilirse bugüne kadar örgütün başında bulunanların hiçbiri hayatını kaybetmemiş, kaybedenler yalnızca kandırılanlar ve beyinleri kin ve nefretle yıkananlar olmuştur.

İşte bu acı gerçeği, evlatlarını bu uğurda boş yere harcayanların iyi bilmesi gerekiyor ki, bundan sonra bu hain oyun devam etmesin ve beslenmesin.

Ne zamanki terör örgütü kan kaybetmeye başlıyor hep başa dönüp başlangıç noktası olan eylemlerini yineliyor.

Son günlerde ateşe verilen araçların gayesi yine sindirme hareketi, bölge halkını yine baskı altına alma, yine korkutarak çirkin emellerine ulaşmayı gütmekten başka bir şey değil.

Kontrolünü öldürme, yakma ve yıkma ile elinde tutmak istiyor.

Otuz yıldır sözde savundukları insanların kalkınmalarını, gelişmelerini ve gerçek haklarına kavuşmalarına öncelikle bu cinayet şebekesi engel olmaktadır. Binlerce insanın ölümüne neden olan bu cinayet şebekesidir. Gerçekte hak arama ve elde etme diye bir amaç güdülmemektedir, bölge insanları adına…

Bu çerçevede yapılan bir şey varsa, o da başkalarının adına yapılmaktadır.

Dış güçlerin taşeronluğu yapılmaktadır.

Hak aramak terörün mayasına ve tabiatına ters düşmektedir, çünkü gayesi en temel ve kutsal sayılan masum insanların yaşama hakkının gasp edilmesi üzerine kurulmuştur.  

Besin kaynağı haksızlık, kan ve vahşettir.

Bu iğrenç kaynağın kesilmesi ise, öncelikle bölge insanları tarafından bu acı gerçeğin görülmesi, anlaşılması ile olacaktır.

Bu hain oyunun önlenmesi, cinayet şebekesine karşı tek yürek olunmasıyla olacaktır; bundan sonra bölgenin kalkınması hızlanacak, refah ve gelişme o zaman artacaktır, işsizlik o zaman azalmaya başlayacaktır. Ticari ve ekonomik hayat o zaman ivme kazanacaktır. İstedikleri haklara o zaman kavuşma imkânı bulacaklardır. 

Terör batağına düşmüş olanların ve düşürülmek istenenlerin ihanet şebekelerinin üstü yaldızlı içi zehir dolu sözlerine aldanmamaları gerekiyor.





 



 








7 Temmuz 2012 Cumartesi

Kentsel dönüşümden beklenenler






Kentsel dönüşüm tasarısının yasalaşmasıyla ülkemiz çok kapsamlı ve yoğun bir şekilde yeniden yapılanma sürecine girmiş olacak…

Bu yasayla ülkemizin sağlıklı bir imar imkânına kavuşmuş olmasının beklentisi var.

Ekosistemlerin tamiri…

Aşırı yağış, aşırı kurak risklerinin önlenmesi, dere, göl ve nehir yataklarının ıslah edilmesi ve asli yapılarına kavuşturulması

Tarihi ve tarımsal alanların açığa çıkarılması gibi, geçmişte yapılmış çok sayıda yanlış uygulamanın düzeltilmesine fırsat doğmuş oldu

Depreme dayanıklı binaların yapılmasıyla, gecekondulaşma, plansız yapılaşma ve çarpık şehirleşmenin de ortadan kalkmasına fırsat tanınmış olacak…

Bu değişim süreci A’dan Z’ye birçok konuyu kapsamış olacak.

Özellikle depremle gündeme gelen kentsel dönüşüm birçok alanda da değişim ve dönüşüm faaliyetlerine öncülük edecek…

Kalkınma ve gelişme, tabuların yıkılması, haklar ve özgürlükler gibi alanlarda bir değişim furyasının yaşandığı Ak Parti hükümetleri döneminde hızla gelişen ve büyüyen şehircilik alanında da önemli değişim ve dönüşüm yaşanıyor.

Son yaşanan Van depreminden sonra kentsel dönüşümün daha kapsamlı ve geniş ölçekte yapılmasının hayati önemi ortaya çıktı.

Bu deprem kentsel dönüşüm için tetikleyici rol oynadı.

Bu dönüşüm geçmiş dönemlerde sadece yer seçimi, gerekli standartlara uygunluk gibi yapılaşmada yapılan eksiklik ve yanlışlıkların doğurmuş olduğu hataların giderilmesi için değil, aynı zamanda bu yanlışlıkların yol açtığı başka yanlışlıkları da ortadan kaldırmak için önemli bir fırsat olacak.

Geçmişte yapılan bu çarpık ve sağlıksız yapılaşmalar tarihi alanlarda ki, ülkemizde özellikle İstanbul’da paha biçilmez tarihi değerler bulunmakta, bu dönüşüm süreci bunların açığa çıkarılmasına vesile olacak.

Dünya çapında ünlenen tarihi eserlerimizin açığa çıkmasına ve bu alanlara rahat ulaşılma ve gezilmesine imkân tanınmış olacak. Buraların turizm değeri ve faydalılık katsayısı artmış olacak.

Kentsel dönüşüm, önceki yapılaşmanın; özellikle tarım, orman ve mera olarak kalması gereken arazilere üzerine yapılmışsa, bu alanları söz konusu alanlara bırakılmasına fırsat tanıyacak.

Böylece zaman zaman yanlış yapılaşmanın da sebebi olarak karşılaştığımız üzücü sel hadiseleri ya kısmen ya da tamamen önlenmiş olacak.

Elbette tabii afetlerin büyüklüğünü önceden kestirmek mümkün değil.

Özellikle son yıllarda yaşanan küresel iklim değişikliğine bağlı olarak yaşanan üzücü hadiselerin boyutu çok daha fazla olmakta.

Tabii afetler öngörülerin ölçüsünü aşan yıkıcı bir etki ile kendini göstermekte.

Tabiatın dengesi bozulunca bu tür tahripkâr olaylar kaçınılmaz oluyor.

Bu hususta denge unsurunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Aşırı ölçüde tabiatla dengelerini bozacak şekilde oynamanın önlenemez ağır sonuçları karşımıza çıkabiliyor.

Meteorolojik istatistikî rakamlar bu hususta bir ölçüde fikir verebilir. Artık bundan sonra yeni kurulacak şehir ve mahallelerde oraya düşen yaklaşık en yüksek yağış miktar ve şiddeti nazari dikkate alınarak ve bunu karşılayacak ortamın hazırlanmasını gerektirmektedir.

Bu konuda ekosistemleri göz ardı etmemek gerekiyor.

Özellikle yapılaşmanın yoğun ve yaygın olduğu büyükşehirler için bu önem daha fazla öne çıkıyor. Aşırı yapılaşma ekosistemler için önemli bir tehdit oluyor.

Ekosistemler aynı zamanda dere yatakları ve yakın çevresinde muhtemel olacak tabii afetlerin riskini azaltmak açısından hayati önem kazanıyor.

Gerek aşırı yağış riskine ve gerekse aşırı kuraklık riskine karşı ekosistemlerin hayati rolünü unutmamak gerekiyor.

Bunun için ekosistemlere olan farkındalık ve hassasiyet şuurunu geliştirmek gerekiyor.

Dereleri, gölleri, nehirleri kendi ait oldukları karakteristik özelliklerine kavuşturmak ve korumak, risklerin azaltılması açısından önem arz ediyor.

Bu nedenle geçmişte yaşanan olumsuzlukların giderilmesi için kentsel dönüşüm sürecini çok önemli bir fırsat olarak görmek ve bu fırsatı çok iyi değerlendirmenin gelecek için sayısız faydalar olacaktır. Korumacılığa da sürdürülebilir bir anlayış kazandırmak gerekiyor.

Bu fırsat her zaman doğmaz.