25 Mart 2013 Pazartesi

Su geleceğin ihtilaf kaynağı mı?



 

 

Su temizdir, temizleyicidir…

Günümüz şartları suyun bu özelliklerini sürdürmesinde önemli zorluklarla karşılaşğını gösteriyor. Küresel çevre kirliliği suların temiz ve temizleyici özelliğini sürdürmesinde engeller oluşturuyor. İşte bu engelleri kaldırmak su kaynakları üzerinde oluşan kirliliğin ağırlığını azaltmak için küresel olarak çeşitli etkinlikler düzenlenerek bu olumsuz gidişatın durdurulması amaçlanıyor.

Bu küresel etkinliklerden biri de ‘dünya su günü’.

Her yıl Dünya Su Günü farklı temalarla 22 Martta kutlanıyor. Suyun önemi, karşı karşıya kaldığı zorluklar, gelecekte suyu bekleyen sıkıntılar, suyun neden olabileceği küresel ihtilaflar dile getiriliyor.

Gerek miktar ve gerekse temiz ve güvenirlik bakımından azalan su kaynaklarının korunması, temiz tutulması ve sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulması suyun önemli konu başlıkları arasında sayılıyor.

Nüfus artışı, iklim değişikliği, düzensiz kullanım ve israf su kaynaklarının karşılaşğı sıkıntılar.

Su günü bu hususlarda farkındalık oluşturmak ve bilinçlendirme amacını taşıyor.

Uzmanlar gezegenimizde 1,4 milyar km küp suyun var olduğu, fakat yalnızca bunun yüzde 2.5’luk kısmı tatlı su kaynaklarını, ihtiyaç duyduğumuz su miktarını meydana getiriyor.

Bu miktarın çoğu da kullanımda zorluklar oluşturuyor, sadece 45,000 km küpten az bir kısmı (toplamın yüzde 0.003’ü) teorik olarak kullanılabilir durumda. Gerçek olarak 9,000 – 14,000 km küp kullanım için elverişli bulunuyor.

Tarım sektörü suyun %70’lik kısmını kullanıyor, %22 sanayi sektörü tarafından ve %8 evsel kullanımda harcanıyor…

Günlük diyet türüne göre su kullanımı değişiklik gösteriyor. Et zengini diyetler daha çok su tüketimi gerektiriyor.

Çiftlik hayvanlarının kasaplık hale gelinceye kadar geçen süre içinde et ağırlıklı diyetlerde kişi başına su tüketimi 4,000 – 5,000 litreyi buluyor.

Diğer yandan tahıllardan, meyve ve sebzeler ve balıktan oluşan diyetlerde ise su tüketimi sadece 1,500 – 2,600 litre arasında değişiyor…

Suyun ekonomik değerinin zamanla artarak bölgesel ihtilaflara yol açacağı, belki de petrolün sebep olduğundan daha ciddi ve daha kanlı ihtilaflara yol açacağına dair öngörülerde bulunuluyor.

Bu nedenle su tasarrufu yapan diyetlerin takibiyle, tarımda ve kişisel seviyede suyun daha bir rasyonel kullanımını teşvik edecek kombine çabaların gerekli olduğuna işaret edilmekte.  

Kişi başına günlük su tüketimi yaklaşık 3,400 litre olarak hesaplanmış. Bu tüketim miktarı günlük satın aldığımız ürünler ve yediğimiz gıdalar dâhil edilerek hesaplanmış.

Su ayak izimizin büyüklüğü ne yediğimize, gıda üretimini nasıl yaptığımıza, ne kadar gıda israf ettiğimize bağlı olarak değişiyor.

Araştırmacılar suyun gelecekte en başta gelen ihtilaf kaynaklarını oluşturacağını tahmin ediyorlar. Geçmişte petrol kaynakları nedeniyle meydana gelen ihtilafların verdiği tahribat suyun vereceğinden daha hafif kalacağı şeklinde karamsar yorumlar yapılıyor.

İşin bu yönü ülkemizi çok daha yakından ilgilendirmekte. Ülkemiz, komşularına göre su kaynaklarının daha fazla olduğu ülkelerden biri. Aynı zamanda iki büyük uluslararası sınır aşan suyu bulunmakta. Doğu ve güneydoğu komşularımız Irak, İran ve Suriye sınıraşan sularımız olan Fırat ve Dicle’den faydalanmakta. Batı sınırımızda da en önemli nehir Meriç nehri bulunuyor. Üç tarafımız denizlerle çevrili olduğu gibi stratejik öneme sahip sınır aşan akarsularımız da var… Gerek bulunduğu konum ve gerekse su kaynaklarının yönetim ve sürdürülebilirliğinin koruması ülkemiz için büyük önem arz ediyor.

 

 

 

 

 

23 Mart 2013 Cumartesi

Yeni bir sayfa




Sergilediği kararlı duruşu ile Türkiye uluslararası alanda haklı olarak bir başarı kazanmıştır.
Ülke olarak izlediği kararlı, tutarlı ve omurgalı duruşu ile haklılığını kabul ettirmiştir.
Devlet ve millet olma kavramlarının bir gereği olarak Mavi Marmara olayından sonra haklı olarak ileri sürdüğü taleplerinin arkasında kale gibi durarak bir bakıma bir diplomasi zaferi kazanmıştır.
Genlerinde bulunan Selçukluluk ve Osmanlılık da bunu gerektirmektedir.
Çünkü bu genlerde adalet, hukukun üstünlüğü ve temel insan hakları ve insana saygı bulunmaktadır.
Her ne kadar bu değerleri yönetimlerinde kendilerine prensip edinen bu devletler, tarihin şanlı sahifelerinde yer almışlarsa da, be değerleri torunlarına miras olarak bırakmışlar ki bunları kendilerine rehber edinsin ve bu değerler çerçevesinde gerek kendi insanlarını ve gerekse başka mazlum duruma düşenleri gözetip ve düştükleri zor durumdan kurtarsınlar.
Mavi Marmara hareketi insani bir amaç taşıyordu. 60 yıldır zulüm altında yaşayan Filistinlilerin dramını hem dünyaya duyurmak ve hem de kendilerinin en zaruri ihtiyaçlarını karşılamalarında katkıda bulunmak amacını taşıyordu. Yıllardır kendi öz yurtlarında hapis edilmiş bu insanları hürriyetlerine ve temel haklarına kavuşturmayı amaçlıyordu…
Bunu engelleyen güçler, her fırsatta dile getirdikleri insani değerleri savundukları noktasında samimi olmadıklarının göstermişlerdi.
Karşı tarafın bu duruşu temel insan hakları beyannamesinde yer alan maddelerle bağdaşmamaktaydı.
Türkiye’den önce bu değerlerin temsilcisi, savunanı ve uygulayıcısı olarak görünen Birleşmiş Milletlerin bu hususta çabaları olmalıydı…

***
İsrail’in özür dilemesi ve isteklerini yerine getirmesi hususunda ABD’nin çabaları olmuş, böylece hem ABD ve hem de İsrail bu vesileyle bu olayda bir bakıma kendilerini aklamış oldular.
Türkiye ise haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizlik ve temel insan haklarının ihlallerine karşı dik duruşuyla hem bu değerlere olan samimiyetini ve hem de bu husustaki kararlığını ve tutarlılığını haklı olarak göstermiş oldu.
Şimdi bölgede yeni bir sayfa açılıyor.
Bu sayfada tahminlerimize göre Filistin Devletinin kuruluş sürecinin hızlanması, kurum ve kurallarıyla bir devlete ve millete yakışır bir kimlik kazanması olacaktır. Bunda da Filistinli yetkililer ve Filistin halkına önemli görevler düşecektir.
Bu sayfanın ülkemizle olan kısmına gelince, Türk devletinin Yahudilerle olan ilişkileri asırlar öncesine dayanıyor.
Asırlar öncesinde, Osmanlı atalarımız zor durumda kalan Yahudilere kucak açtığı gibi, bugün de bu tutumunu aynı akıbete düşürülmüş ve belki de çok daha zor durumda olan Filistinlilere Türk devleti olarak gösterirken insan hakları konusuna olan samimiyetini ve bağlılığını göstermiş oluyor.
Bu devletin ülkemizle olan ilişkilerine gelince, önce herhalde bir nekahet dönemi olacaktır, bundan sonra normal noktaya gelecektir. Ayrıca İsrail devletinin bugüne kadar zihinlerde bıraktıklarına baktığımızda ilişkilerde çok dikkatli olunmasını gerektiriyor diye düşünüyor insan.
Ak parti iktidara geldiği günden beri sürdürdüğü kararlı, tutarlı ve insan odaklı politikasıyla başarılarına bir yenisini eklemiş, biz de başarılarının devamını diliyoruz.

21 Mart 2013 Perşembe

ABD’den İsrail’e güçlü destek


 

 

ABD başkanı Obama’nın İsrail’i ziyaretindeki açıklamasında, ABD’nin bu ülke ile sonsuza kadar sürecek kalıcı dostluğunu vurguladı.

Başkanın bu ifadesinin altında yatan gerçeğin ise İsrail’in bölgede ABD’nin en güvenilir ve sadık dostu olması nitelemesinden ileri geliyor.

Bu ifade ABD’nin bir devlet politikası olduğu ve yönetimler değişse de bu politikasının değişmeyeceği izlenimini veriyor.

Bir nevi karşılıklı menfaate dayalı stratejik ortaklık niteliğinde olan bu ilişkinin çok uzun yıllar öncesine uzandığı değerlendirmesini de yapmak mümkün…

Ortada kadim bir dostluk olunca, bu da “bölgede neden huzur ve sükûn bir türlü tesis edilemiyor” sorusunu akla getiriyor.

Bu tek taraflı tavizden mi kaynaklanıyor? Böyle bir tavizin varlığı mı İsrail’i 60 yılı aşan bir süredir katı tutumundan vazgeçirmiyor.

ABD, İsrail’e olan desteğini Birleşmiş Milletler genel kurulunda Filistin Devletinin kuruluşu ile ilgili oylamada ‘hayır’ diyerek açık bir şekilde ilan etmişti. ABD bu denli taraflı bir tutum içinde olunca da bu bölgeye barışın gelmesi zorlaşıyor.

ABD’nin en azından çekimser oy vermesi barışı destekler nitelikte olacaktı. Bir büyük devlete de öyle bir davranış yakışırdı…

ABD’nin bölgede İsrail’e bu denli güçlü ve kalıcı desteği olmasaydı, ne Filistin meselesi 60 yılı aşan bir süre devam ederdi, ne Gazze abluka altına alınırdı, ne de binlerce Filistinli vatanından yurdundan ayrı düşerdi; dahası bu uzun zaman zarfında binlerce Filistinli hayatını kaybetmemiş olurdu. Meseleye bu açıdan bakınca büyük bir insan hakları ihlali yaşanmış oluyor. 

Yine bu destek olmasaydı uluslar arası sularda insani yardım taşıyan ‘Mavi Marmara’ olayı yaşanmazdı. Demek ki İsrail ve abluka altında bulunan Gazze ABD için büyük bir stratejik önem taşıyor.

Barış görüşmelerinin tekrar başlaması ise İsrail yetkililerinin ifadesine göre yerleşim planlarına bağlı, yani bu konuda taviz istiyor.

Karşı tarafa taviz vermediği gibi kendisi istediği tavizleri almada hiçbir sıkıntı yaşamıyor.

Netice olarak ABD’nin tutumuna bakıldığında bölgeden güven istiyor. Bunu da sadece İsrail’in kendisine vereceği görüşünü ima ediyor.

İsrail’in de sürekli olarak Filistinlileri terörist olarak göstermesi bu yanlış imajı öncelikle ABD’ye ve bütün dünyaya kabul ettirmiş olması gerek Filistin devleti ve gerekse 60 yıldır Filistinlilerin yaşamış olduğu soykırımın durmasında engel oluşturuyor.

Bu işin çözümünün öncelikle ABD’nin tutumuna bağlı olduğu görünüyor.

Filistinlilerin ise kendi en temel hakları olan yaşama haklarının yıllardır ihlal edildiğini; bulundukları toprakların kendi öz toprakları olduğunu bütün dünyaya anlatması gerekiyor. Terörist olmadıklarını, kendi öz vatanlarını savunma gayreti içinde oldukları gerçeğini anlatmaları gerekiyor. Dileriz İsrail yönetimi de kendi yanlışlıklarını örtmek için karşı tarafı haksız yere terörist ilan etmek ve işgalden vazgeçer, böylece barış ve huzur tesis edilir.

 

 

19 Mart 2013 Salı

On yıl sonra Irak’ta değişen ne?


 
 

Irak’ın ABD askerleri tarafından işgal edilişinden bu yana 10 geride kaldı.

Dönemin ABD başkanı Irak’ı işgal amacını New York’taki ikiz kulelerin 11 Eylül 2001 saldırısından sonra ülkesini ve dünyayı terör saldırılarına karşı savaşmak için başlatmıştı.

Bir diğer amacı ise Irak ve Iraklıları özgürleştirmek amacını güdüyordu.

Böylece Irak’a girme amacını insani amaçlarla perdelemişti.

2003 yılı mart ayında başlayan işgalin ardından 10 yıl geride kaldı.

Fakat geçen bu uzun zaman zarfında Irak ne özgürleşti, ne de huzura kavuştu. Ne yazık ki Irak ve insanları eskisinden çok daha kötüye gitmiş görünüyor. Ülkede istikrarlı bir hükümet yok, huzur yok; demokrasinin kurum ve kuralların kurulması ve işletilmesi vaadiyle yapılan işgalden ülke nasibini alamadı.

İşgalin ilk gününden beri Irak halkı kan, gözyaşı, her türlü işkence, maddi ve manevi yıkımdan başka bir şey göremedi. Geride parçalanmış, dağılmış ve yok olmuş aileler bıraktı.

Uzun yıllar adil, istikrarlı bir yönetim göremeyen Irak, ABD işgalinden sonra daha da kötüleşti. 10 yıldır ülke insanları işgalin geride bıraktığı zulmü yaşıyor. Her gün patlatılan bombalar onlarca can alıyor ve onlarca insanı sakat bırakıyor.

Demek ki işgalin asıl amacı demokrasi ve özgürlük getirmek değilmiş; asıl amaç zulüm ve vahşetin tohumlarının ekilmesi olduğu geçen on yıllık zaman zarfında açık bir şekilde anlaşılmış oluyor.

Dünya kamuoyu 11 eylül saldırısının kimler tarafından ve niçin yapıldığına dair net ve inandırıcı bir açıklama bulamazken, bu hususta kafalarda birçok sorunun cevapsız kaldığı gerçeği var.

El kaide tarafından yapılan saldırının ise pek gerçeği yansıtmadığı, bunun paravan bir terör örgütü olduğu dünya kamuoyunca biliniyor. Sanki amaç belliydi, Müslümanları hedef almaktan başka bir amaç taşımadığının hükmüne varılıyor.

Hatta bu örgütün kimler tarafından kurulduğunu dünya kamuoyu biliyor. Masumiyet kamuflajına sığınan dönemin ABD yönetimi kendini haklı çıkarmak için yaptığı açıklamalarla dünya kamuoyunu ikna edememiş görünüyor.

ABD ordusu Irak’tan ayrıldı, fakat başlangıçta iddia ettiği gibi ne demokrasi ve ne de özgürlük getirmeden…

Gittiği ve girdiği yere sadece vahşet ve zulmet bırakan ABD ordusu aynı zulmeti Afganistan’da da yıllardır yapıyor. ABD ordularının yaptığı insan haklarına aykırı tutum ve davranışları Afganistan’da Rus işgaliyle yapılanları fersah fersah geçmiştir.

Bu insanlar kendi ülkelerinde esir muamelesi görüyor. ABD ve koalisyon güçlerinin özgürlük, barış, huzur getirmek amacıyla gittikleri ülkelere bıraktıkları, açlık, sefalet, yoksulluk ve insan hakları ihlalleri olmuştur. Bu da dünya kamu vicdanını rahtız etmektedir.

Bu anlayış, bu insanları kendi özlerinden, inançlarından koparma misyonunu yerine getirme amacını gütmekten başka bir şey değildir. Üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek amacını taşıyor. Gölge etmesinler de, bu ülkelerin insanları onlardan başka bir şey istemiyordur herhalde. Temennimiz bunun da en kısa zamanda koalisyon güçlerinin bu ülkeyi terk etmesiyle olacağı şeklindedir…