23 Aralık 2017 Cumartesi

Haksızlığa dur deme dönemi



Kabuğuna çekilip olan bitene karşı boyun eğme anlayışı geride kaldı. 
Emperyalist zihniyetin anlayışı budur ne kadar kabuğuna çekilirsen o oranda üstüne gelirler.
Çünkü bu bakış acısı sömürü zihniyetinin mağdura ve mazluma olan bakış açısıdır.
Gözü doymaz, çünkü bu zihniyette ne merhamet, ne adalet, ne insan hakları ve ne de diğer insani değerlerin yeri yoktur.
Birleşmiş Milletlerdeki Kudüs’ün statüsüyle ilgili son oylama şunu gösterdi İslam ülkelerinin birlik içinde hareket etmesi her önüne gelenin uluslar arası alanda istediği gibi at koşturmasına izin vermeyecek.
Artık her istediği haksızlığı kabul ettiremeyecek.
Bugün yeryüzünde özellikle İslam ülkelerini derinde yaralayan, tabiri caizse yıllardır inim inleten haksız uygulamalar bu kabuğa çekilme duruşunun neticesidir.
Bunun en bariz ve en ağır örneği Filistin.
70 yıldır bu zulme dolaylı da olsa bazı İslam ülkeleri destek olmuşlardır.
Bu zulme uluslar arası toplum yanında İslam ülkeleri de göz yummuştur.
İnsanlık adına olacak her hayırlı ve haklı karara elindeki veto silahıyla karşı gelen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesi bugün yeryüzünde bulunan ne kadar acı ve ıstırap çeken millet ve devlet varsa bunun müsebbibi olmuştur.
Barış ve huzur sloganıyla oluşturulan BM maalesef bu insani hususta sınıfta kalmıştır.
Üzerine düşen bu önemli görevi layıkıyla yerine getirememiştir.
Hayati meseleleri basit bir kınama mesajıyla kapatmaya çalışmış.
Bir asırdır hain emelini gerçekleştirmek için bütün Müslümanları terörist göstererek Filistin diye bir ülke bırakılmamıştır.
İsrail ellerinde taştan başka silahı olmayan Filistinlilerin üzerine ABD’nin desteğiyle en ağır silahlarla saldırmıştır.
Bugün birçok İslam ülkesi zor durumdadır; açlık, susuzluk, yurtsuzluk, barınma gibi temel ihtiyaçlardan yoksun bir şekilde hayat mücadelesi vermektedirler.
Bir bakıma bunun önde gelen sebeplerinden biri İslam ülkelerinin duyarsız duruşlarıdır.
Bazı İslam ülkeleri kendi meselelerine gözlerini kapatmış, kulaklarını tıkamış petrodolarlarını yine bu zalim ülkelere aktarmışlardır.
Sayın Cumhurbaşkanımızın önderliğinde ülkemizin Kudüs konusunda gösterdiği duruş meyvesini vermiş.
Ezici bir çoğunlukla BM genel kurulu ABD’nin haksız kararına karşı çıkmıştır.
BM Genel Kurulunun bu tür insani konuların halledilmesinde çalışmasını sürdürmesi için bu son kararla kapı aralanmıştır.
Bu vesileyle BM’nin bugün yeryüzünde yayılan terörün arkasındaki güçlerinde araştırılıp bulunmasında önemli rolü olacaktır.
BM Genel Kurulu sürekli çalışmasına, oturumlar düzenlemesine rağmen küresel ağır insani sorunlara çözüm getirememektedir.
Bu hususta kalıcı ve sonuç getirecek kararlar almakta zayıf kalmakta, ilgili ülkelerdeki durum hakkında rapor düzenleyip bunların kurulda görüşülmesinden başka bir işe yapmamaktadır.
Yaptığı insani yardımlar ise göz boyama türündendir.
Yaklaşık bir asırdır İslam ülkeleri lidersiz kalmıştı, Sayın Cumhurbaşkanımız bu hususta önemli bir görev üstlenmiş, dileriz ve temenni ederiz bu görevde başarısını sürdürür.
Çünkü buna bütün İslam ülkelerinin ve mazlum ve mağdur milletlerin ihtiyacı var.


20 Aralık 2017 Çarşamba

Kurum kültürü




Atalarımız, "Ya devlet başa ya kuzgun leşe" demiş...
Ya kurum kültürü veya kargaşa…
İsmini öğrenip de ne manaya geldiğini bilmemek, neleri kapsadığını, kapsaması gerektiğini öğrenmemek herhangi işyerinin düzen ve verimliliği açısından önem arz ediyor.
Kurumsal kelimesini sakız gibi ağzından düşürmeyip, fakat bunun muhtevasından haberdar olmamak ise bir anlam ifade etmiyor.
Bu kavramın çalışanlara ve kurumlara hangi sorumlulukları yüklediğini bilmekte fayda var.
Kurumsal ahlak bir kurallar ve prensipler manzumesini kapsıyor.
İşyeri ortamı kendine has özellikleri ile sokak ve kahve kültüründen farklılaşır.
Çalışanların huzur, güven ve verimli olması için gerekli ortamın tesisini gerektirir; bu da hem kurum ve hem de çalışanların menfaati içindir.
Bir işyeri, temel prensipler ile mütenasip olmayan çalışma anlayışıyla değil de, bunun aksine kurum kültürü prensiplerinin benimsenmesiyle varlığını sürdürür ve ayakta kalabilir.
Kural ve prensipler de bir işyerinin verimli çalışması ve ilerlemesini kapsamaktadır.
Başkalarının çalışma özgürlüğünü hiçe sayarak kaba saba anlayışlı bir çalışma ortamı huzur yerine, huzursuzluğa, verim yerine, verimsiz bir sonuca kapı aralar.
Çalışmanın performansı sübjektif verilerle değil, objektif ve adil bir değerlendirme ile yapılır.
Hissi kararlar yerine, kurumsal prensiplerle, esaslar ölçü olarak ele alınır...

Kurum kültürü fitneyi kabul etmez, kurum kültürü düzen, intizam ve verimlilik üzerine kurulmuştur.
Kurum kültüründe çalışanların saygınlığına önem verilir ki bu da uluslararası çalışma kurumu olan ILO’nun üzerinde durduğu, benimsediği, yaygınlaştırmaya çalıştığı temel prensiptir.
Bu husus aynı zamanda Birleşmiş Milletler tarafından 2015 yılında kabul edilen ‘Sürdürülebilir Gelişme Hedefleri'nin de kapsamında yer aldığı ve 2030 yılına kadar dünya çapında kabul görmesi amaçlanmaktadır.
Kurumu zarara uğratacak veya gelişmesine engel olacak tutum ve davranışlar da yer bulamaz.
Konunun uzmanlarına göre, kurum kültürünü kurum içi değerler ve inanç manzumesi oluşturur.
Kurum kültürü ve prensiplerinin benimsenip uygulamasındaki temel bir amaç ise herkesin kendine has kuralını, prensibini ve hukukunu oluşturmasına engel olmaktır.
“Kurum kültürü ahlaki, dini, teknik, ekonomik, psikolojik ve sosyal değerleri ihtiva eder", şeklinde açıklanmış. 
Bir başka açıklama ise, “Kurum kültürünü işletmelerdeki genel başarının ana etkenlerinden biri”, olarak kabul görmüş.

Bir diğer tarif ise, kurum kültürünü kısa ve öz olarak, “kurumun paylaştığı anahtar değerler, standartlar, normlar, inançlar ve anlayış topluluğu” olarak tanımlıyor…
Netice olarak kurum kültürü hukuk çerçevesinde belli bir standartlar ve prensipler manzumesinden oluşuyor.  

7 Aralık 2017 Perşembe

Bir siyonist rüya daha mı gerçekleşti?




ABD Başkanı Trump ülkesinin on yıllar öncesine uzanan bir rüyasını gerçekleştirdi.
Başkanın ifadesine göre Kudüs’ü resmen Yahudi başkenti ilan etmek daha önceki başkanların da gündeminde vardı.
Fakat önceki başkanlar bu rüyayı gerçekleştirme cesaretini gösteremiyordu.
Kendisi seçim kampanyasında söz vermişti ve bu sözünü göreve geldikten yaklaşık bir sene sonra gerçekleştirmiş oldu.
Bütün dünyanın tepkisini de çekse zaten fiilen işgal altında olan Kudüs ve Filistin toprakları Kudüs’ü başkent ilan etmekle resmi bir hüviyet kazanmış oldu kendi ifadesine göre.  
Çünkü yine kendi ifadesiyle Kudüs’ü başkent ilan etmek “gerçeği tanımaktan başka bir şey değildi”.
Şimdiye kadar konsolosluk seviyesinde sürdürdüğü varlığını elçilik seviyesine çıkarmış oldu.
Böylece İsrail ve ABD bir adım daha ileri giderek hayallerindeki bir sömürü planını daha gerçekleştirmiş oldular.
Böylece bölgede mevcut olan gerginlik ve tansiyon biraz daha yükselmiş olacak.
Sözde kalan barış planı, iki devletli çözüm ise bu anlayışla daha da ertelenmiş olacak.
Bunu başka gelişmeler takip edecektir.
Eğer İslam dünyası Amerikan hegemonyasına karşı çıkmaz diplomatik ve demokratik tepkisini topluca göstermezse bunun başka safhaları, adımları da gündeme gelecek ve gerçekleşmesi yönünde adımlar atılacaktır.
Çünkü Amerika mı İsrail’i yoksa İsrail mi Amerika’yı yönetiyor net olarak görünmese de her ikisinin de dış politikası ortak bir eksende buluşmuş olduğu bir kez daha ispatlanmış oldu.
Bu yeni değil uzun yıllardan beri devam eden iki ülkenin ortak dış politika planı.
Planın hedefinde ülkemiz var, İslam dünyası var!
Fakat bu inceliği ne yazık ki İslam dünyası görmek ve anlamak istemiyor.
Buna en büyük engelde İslam âleminin özellikle bugün içine düşürüldüğü durum.
Çünkü birçok İslam ülkesinin lideri adeta ABD’nin uydusu durumunda bulunuyor.
Bunun dışında göründüğü kadarıyla İslam ülkeleri arasında birlik ve beraberlik konusunda bir güvensizlik var.
İslam’ın değerlerine olan saldırıları önlemek için öncelikle bu güveni tesis etmek gerekiyor.
İlişkilerde İslam ülkelerinin ortak çıkarı, temel değerleri önde tutulacak ve korunacak bir payda oluşturmak öncelik olmalı...
On yıllardır İsrail Filistinli kardeşlerimize açıkça ve alenen zulüm ediyor.
Bu ülke zulümle kendi açısından başarıya ulaşmış durumda.
Filistin haritadan neredeyse silinme noktasına gelmiş.
Bilinen bir gerçek var ki o da İsrail’in hedefi sadece Filistinlileri ve Filistin toprağını gasp etmekle kalmayıp, bu hareketi ileri safhalara taşımak.
Kuzey Irak’ın bağımsızlık istemesi ve bunu İsrail’in açıkça desteklemesi hain planın bir başka safhasıydı..
ABD’nin uzun yıllardır terör örgütlerini organize etmesi ve her türlü desteği vermesi yine aynı plan kapsamında bulunuyor...
Özellikle bölgemizde bulunan ve devekuşu politikası güden İslam ülkelerinin bu acı gerçeği artık görmesi gerekiyor.
Demokratik ve diplomatik yollarla İsrail ve ABD’nin insanlık ve hukuk dışı girişimlerine karşı durma cesaretini göstermeleri bekleniyor.
Dünyanın neresinde bir Müslüman ülkesi ve topluluğu varsa kan ve gözyaşı içinde bulunuyor.
Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde Türkiye'nin bütün İslam âleminin sıkıntılarını dile getirmesi önemli bir mücadele örneği.
Özellikle bölgemizde bulunan İslam ülkeleri sanıyor ki bu mücadele sadece Türkiye’nin mücadelesidir.
Bu yanlışı anlayıştan sıyrılıp yeni bir dış politika geliştirmeleri gerekiyor.
ABD’nin Kudüs'ü başkent ilan edişine karşılık kaç İslam ülkesi ciddi bir şekilde tepki gösterebildi?
Henüz medyaya yansıyan gür bir ses çıkaran ülke görünmüyor.
Demek ki İslam ülkeleri teşkilatı kendi hayati meselelerinde ortak bir tavır ve mücadele örneği gösteremiyor veya bu hususta başarılı olamıyor mu?

Bunu demokratik ve diplomatik yollarla aşmak sadece İslam alemi için değil bütün insanlık için önem arz ediyor!

23 Kasım 2017 Perşembe

İttihat ve terakki zihniyeti



Hedefler hep saptırıldı.
Hedefler hep boş işlere yönlendirildi.
Hedefler hep bizi birbirimize düşürmek için kurgulandı.
Böylece kıymetli yıllar değersiz işlere harcanmakla heba edildi.
Asıl işler bir tarafa bırakılıp ilgisiz olanlara yönlendirildi.
Bunun için geri kaldı ülkemiz, bunun için yeterince kalkınamadı.
Bu saptırma sadece içerideki bir avuç azınlığa, ama çoğunlukla yabancıların işine geldi ve zenginleşmesine yaradı.
Bu şartlanmışlık cihan devleti olan Osmanlı döneminde başlatıldı…
Bu ülke değerlerine, kalkınmasına kim sahip çıksa sömürü güçlerinin bedava uşaklığına, piyonluğuna soyunanlar hemen devreye girdi.
Üstlendikleri görevle ilgili kişi veya kurumu yıpratmak oldu.
Kişi ve kurumları itibarsızlaştırmak oldu.
İttihat ve terakki zihniyeti beyinlere işlenmişti bir kez.
Bunu alt etmek kolay olmuyordu.
Adeta kanser virüsü gibi bünyeye işlemiş, bir hastalığa dönüşmüştü.
Bunun koruyucuları da hazırda bekliyordu.
Sömürü dünyasının işine gelmeyen kişi ve kurumlar hemen hedefe konulup onikiden vurulmaya çalışılıyordu.
Bu hastalığı yenmek için kararlı bir duruş gerekliydi.
Çünkü bu hastalık vesayet eğilimlilerin bağımlı oldukları bir hastalıktı.
Bu hastalık çalışarak, gelişerek, üreterek, kalkınarak kazanmak yerine vesayet zihniyetinin sunduğu kolaycılığı esas almıştı.
İttihat ve terakki zihniyeti son bulmadan ve hakimiyeti yok edilmeden sıkıntıların üstesinden gelmek mümkün olmayacaktı.
Kaynağında kin, garez, haset ve istemezük gibi olumsuz düşünce ve duyguları besleyen bu zihniyet bildiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasının temel müsebbibi olmuştu.
Hiçbir kural ve değer taşımayan sadece azınlık bir gruba hizmet etmek ve sömürü dünyasının uşaklığını yapmaktan başka bir gayesi olmayan bu yapı Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra kurulan Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürdü.
Güçlü silahlar hemen devreye alınıp; “laiklik elden gidiyor, Cumhuriyet elden gidiyor, inkılaplar elden gidiyor, şeriat geliyor” naraları atıldı.
Oysa her şey yerli yerince duruyordu, buna rağmen bu silahlar ve bu silahlara piyon olanlar bu huylarından onyıllarca vazgeçmediler.
Neyi hedeflemişti bu zihniyet?
Analitik gözle bakıldığında bu zihniyet insanlık, doğruluk, dürüstlük, vatanseverlik, milli ve manevi değerleri adına ne varsa bu değerleri, bu değerlere sahip olanları hedef almıştı.
Bu değerlerin aksi olan bir yapıyı oluşturarak sömürü dünyası adına hizmeti sürdürmek esas alınmıştı.
Bu alçak anlayışın temel politikalarından biri hedefine koyduğu kurum ve kişiyi itibarsızlaştırmak olmuştur.
Bu faaliyet ile de nefret suçu işlenmiştir.
Bu güruh itibarsızlaştırma politikasını Osmanlının son döneminde uygulayıp Osmanlı padişahlarını hal ederek imparatorluğu güçsüzleştirdiği gibi; Cumhuriyet döneminde de millet iradesiyle iktidara gelmiş yönetimleri itibarsızlaştırıp ihtilaller yaparak halk iradesini hiçe saymıştı.
Hedefine kalkınmayı, gelişmeyi ilerlemeyi almak yerine anlamsız meselelerle gündemi işgal ederek, gerek kurum ve gerekse ülke olarak ülkemizin kalkınma ve gelişmesi önlenmişti.
Emperyalist ve sömürü dünyasının uşaklığına ve mankurtluğuna soyunan bu anlayış bu ülkenin asil evlatlarına ise kof kahramanlıkla kendini göstermiştir.
Bu anlayış kalleşliği ve hainliği bünyesinde barındırmakta olup, 15 Temmuz bu yapının en bariz en çarpıcı acı örneğidir!

Bunu iyi tanımak, iyi kavramak, iyi anlamak gerekiyor.
Bu hastalığın gelecek düşüncesi yoktur, anı kurtarmaktır; bundan kurtulmak ülkenin ve milletin tamamına kalıcı ve sürekli fayda sağlayacak.

18 Ekim 2017 Çarşamba

500 milyar dolar ihracat hedefi





Önceki yıllarda belirlenen yıllık 500 milyar dolar ihracat başarı hedefine ulaşmak için 6 yıl kaldı.
Şu anda 150 milyarın biraz üzerinde seyreden yıllık ihracatımız, ihracatçılarımızın 6 yıl sonrası için belirlenen hedefe ulaşabilme potansiyelini harekete geçirme çabasını gerektiriyor.
Bu ihracat rakamı belirlenirken, bulunduğumuz bölge şimdikinden çok daha istikrar ve sükûnet içindeydi.
Ancak İçinde bulunduğumuz bölgenin jeopolitik yapısı belirlenen tarihe göre çok farklı bir duruma sürüklendi.
Emperyalistlerin bölgemizde oluşturmak istedikleri istikrarsızlık hareketi etkisini artırarak sürdürdü.
Arap Baharı diye adlandırılan değişim bölgeye bahar yerine kışı getirdi.
Ülkelerinde demokratik bir yönetim şekli kurma arzusunda olan bölge ülkelerinin mensupları hüsrana uğradı.
Bu dönüşümde söz konusu ülkelerin salt iradesinin yeterli olmadığı anlaşıldı.
Bu iradeyi kullanırken bazı şartların oluşması gerekiyordu.
Netice olarak bu ülkeler tam manasıyla bir hayal kırıklığına uğradı.
Öngöremedikleri bir tuzağa düşürüldüler.
Özellikle Suriye, Libya ve Mısır bu değişimde en büyük zararı gören ülkeler oldu.
Irak daha önceden kaosa sürüklenmişti, Kuzey Irak'ın bağımsızlık kararı ülkeye bir başka istikrarsızlık unsuru eklemiş bulunuyor.
2003 yılından beri bu hususta telafi edilemez bedeller ödeyen Irak gerekli tedbirler alınmazsa hem kendisi, hem bölgemiz ve hem de ülkemize yönelik yeni gailelerin açılmasına zemin hazırlamış olacak.
Bu durumdan ülkemizin 500 milyar dolar ihracat hedefi de nasibini alabilir.
Bu tablo karşısında ihracat hedefini gerçekleştirmek için sektörlerin alternatif pazar arayışları sürüyor.
Sayın Cumhurbaşkanımızın her yurt dışı gezisinde ağırlıklı olarak ele aldığı önemli konulardan birinin de karşılıklı ticaretin artırılması olduğunu görüyoruz. 
Planlanan 500 milyar dolarlık ihracat rakamını yaklaşık 200 ülkeye böldüğümüzde ortalama ülke başına 2,5 milyarlık bir ihracat rakamı düşüyor.
Hedeflenen bu rakam Türkiye'nin önde gelen sektörleri olan otomotiv, hazır giyim ve tekstil, kimyevi maddeler ve plastik, gıda ve tarım ürünleri ve diğerleri gibi sektörlere bölündüğünde ise sektör başına 100 milyarlık bir ihracat rakamı düşüyor.
Mevcut duruma bakıldığında, bu hedefe en yakın duran sektörün otomotiv sektörü olduğunu görüyoruz.
On yılı aşkın bir süredir ihracatın lideri konumunda bulunan Türk otomotiv sektörü bu başarısını araştırma ve geliştirme konusuna verdiği önem yanında, yeni modellerin üretilip piyasaya sürülmesinin de bu başarıda rol oynadığı görülüyor.
Sektörler bazında en fazla Ar & Ge merkezine otomotiv sektörünün sahip olduğunu görüyoruz.
Bu da sektörlerin uluslararası başarısında Ar & Ge merkezlerinin ne denli önem taşıdığın gösteriyor.
Ar & Ge kalkınma ve gelişmenin itici gücünü ve temel bir bileşenini oluşturuyor.
Elbette gerek iç piyasa ve gerekse uluslararası pazarlarda güvenilir ve bilinen markaya sahip olmak da bu işte önemli rol oynuyor.
Bu nedenle ihracatçılarımızın dolara endeksli bir ihracat politikası yerine Ar & Ge endeksli bir politika izlemeleri işlerinde başarıya daha çabuk götüreceği gibi ülke ekonomisine olan katkıları daha da artmış olacak.

Bu anlayış aynı zamanda ihracatın sürdürülebilir başarısını sağlamış olacak.

11 Eylül 2017 Pazartesi

Turkish economy on the right course


According to the economic growth indicators such as national income, per capita income and per capita consumption, the Turkish economy advances on the way to grow more in the upcoming period...
Despite unstable conditions in its geographic region, the country economy sustains its growth more than lots of countries in the world.
The country economy cannot operate its potential completely regarding current situation in the region. When we have a look at the situation in the region, the neighboring and surrounding countries of Turkey, such as Syria, Iraq, Iran, Egypt, Libya, Yemen do not have a suitable condition to operate its economic activities efficiently. Egypt does not have exact democracy with its all institutions to be able to activate efficiently. Syria, Iraq, Libya and Yemen suffer the most from terrorism and strife since 2011 onwards.
Whenever these unwanted events, insurgences end up, these countries’ investment and development potential will disclose and this might bring huge business opportunities not only for the Turkish business, but also for the entire world.
Another advantage in this issue, the location of Turkey has a crucial importance in terms of doing business and economic activities, because of intersecting between the Europe and Asia continents…
In this respect, one of the foremost huge investments that would play a triggering role in the economic development and new investments is the third airport project of Turkey.
Nearly one year later in 2018 the world’s number one airport’s first phase will be inaugurated for service in Istanbul. Playing also an outstanding role in the aspect of international air transport, the third airport of Istanbul will not only contribute to the Turkish economy and employment, as well as for the international aviation sector regarding the global businesses shifting from the west to eastern countries…
Turkish economy has grown three fold in the last 15 years. During this period, growth percentage in the Turkish economy averagely became 5-6 percent per annum. There is yearly 6-7 percent growth potential on average in the Turkish economy. This means that the country has a capacity for the new business and investment as well as generating job.
Surpassing the expectations the first quarter growth rate which was 5.2 percent urged to revise the growth rate for the year 2017 that predicted to be between 5 and 7 percent.
Growing 5 percent in the first quarter is interpreted that the economy is recovering swiftly beyond expectations.
With the first quarter growth rate Turkish economy achieved a growth rate more than 23 EU countries’ rate. In the second quarter Turkey’s growth rate became 5.1%. The officials predicted the growth in Q3 would be higher than 1 and Q2…
The stock market has also showed a good performance and reached an all-time high in August this year.
Featuring as a driving force in the economy, the export enters upward trend compared to last year’s figure.

All of these indicators show that Turkish economy is on the right course.