30 Haziran 2013 Pazar

İslam ülkelerinin dağınıklığı





Ne yazık ki İslam dünyası üzerindeki çirkin senaryolar bitmiyor.
İslam dünyasının günümüzde yaşadıkları da bunun açık bir göstergesi.
Mısır’da onlarca yıl tek başına ülkeyi yöneten Mübarek’i devirmek için yapılan gösteriler ülkenin demokratik düzene geçmesine, yeni yönetimin seçimlerle işbaşına gelmesine rağmen bitmek bilmiyor.
Mısırda yapılan seçimlerden sonra gözlemlediğimiz kadarıyla seçilen yeni yönetime hiç icraat fırsatı verilmeden sürekli olarak o günden bugüne gösteriler devam etti. 
Böyle bir ortamda da başarılı bir icraat sergilemek mümkün olamaz.
Mısır’da muhalefet yanlıları işbaşına gelenlerden sorunların anında çözülmesi için sihirli bir formül bulmasını isteyen bir yaklaşım sergiliyorlar.
Muhalefet Mursi’nin istifasını ve erken seçim istiyor.
Devlet Başkanı Mursi’nin hataları olabilir, sorunların çözümünde diyalog yolunu tercih etmemesi bir eksiklik olabilir!
Muhalefetin buna yanaşmaması kendi bildiğini okuması, dediğinde diretmesi de başka bir hata ve yanlışlık ülkeleri için.
Tabii olarak bu olumsuz gelişmeler Mısır’ı uluslararası medyanın gündeminden düşürmüyor.
Bu Medya da İslam ülkeleri üzerindeki dördüncü değil, birinci kuvvet rolünü iyi oynuyor.
Bu gücü ile İslam ülkelerindeki kalabalıkları istediği gibi yönlendirme şansına sahip olduğunu gösteriyor.
İslam ülkelerinde bu zafiyet, uluslararası medyada da bu istismar olduktan sonra İslam ülkelerinin huzur ve güven bulması biraz zor görünüyor.
Bu nedenle İslam ülkelerindeki mevcut siyasal sıkıntıların aşılmasında diyalog kanalının çalıştırılması ve makul ve haklı taleplerin değerlendirilmesi, göz ününde tutulması ülkelerin içinde bulundukları sıkıntıların aşılmasına katkı sağlayacaktır.

Mısır bir örnek, bugün çok sayıda İslam ülkesinde çatışma, ayaklanma ve huzursuzluk var. Bu ülkelerin içinde bulundukları sıkıntı ve zorlukların aşılması bunların hallerinden anlayan bir başka ülkeye ihtiyaç var. Bu da Türkiye’dir…
Ülkemiz her konuda engin tecrübesi olan bir ülke, gerek demokrasi ve haklar bağlamında ve gerekse köklü bir devlet geleneğine ve tecrübesine sahip olması ile bu hususta İslam ülkelerine yardımcı olabilecek bir birikime sahip.
Bilindiği gibi uluslar arası sorunların çözümünde yetkili ve etkili kurum Birleşmiş Milletler, fakat bu kurum beklenen çözümleri sunmada yapısı gereği yetersiz kalıyor. 
BM’nin 5 daimi temsilcisi uluslararası sorunlara maalesef emperyalist bir açıdan bakıyor. Önce kendi çıkarlarını korumak ve kollamak politikası güdüyor.
Bu anlayışla İslam ülkelerindeki hiçbir soruna merhem olamaz. BM bulunduğu hiçbir ülkede kalıcı bir çözüm getirememiş. Ancak ve ancak pansuman tedbirlerle işi geçiştirmek yoluna gitmiştir. Bu da emperyalist yapısından kaynaklanıyor…
Zengin kaynaklara sahip olan İslam ülkeleri bu kaynaklardan beklenen faydayı sağlayamıyor…
Bu kaynakların harekete geçirilmesi ve paylaşımındaki eksiklikler bu ülkelerin kalkınmalarını ve zenginleşmelerini önlüyor.
Bu hususta en büyük eksiklik İslam ülkeleri arasında sağlıklı ve sürdürülebilir bir işbirliğinin kurulamamış olması. Mevcut işbirliğinin hacmi, mevcut potansiyelin çok altında kalıyor.
Avrupa Birliğinin zenginliği birlik üyelerinin kurumsal yapılarını tamamlamış olmaları ve gerek yönetim ve gerekse zenginliklerini adil bir paylaşım ilkesi üzerine kurmuş olmalarından ileri geliyor.
Ülkemizin liderliğinde kurulan Avrupa Birliği benzeri teşkilat olan D-8 ülkeleri ve İslam İşbirliği Örgütü bugüne kadar beklenen ve arzulanan faydayı sağlayamamış. İslam ülkelerinin kalkınması, zenginleşmesi ve bu zenginlikten her birinin eşit pay alması bu teşkilatlardan beklenen fonksiyonların işler hale gelmesini gerektiriyor.
Eğer bu kurumlar tam olarak faaliyet göstermiş olsaydı, İslam ülkelerinde bugün yaşanan sıkıntılar bu denli ağır izler bırakmayabilirdi.
Demokratik yapıya geçişleri de, kalkınmaları da daha erken ve daha zayiatsız olurdu.

25 Haziran 2013 Salı

Yeşil yönetim


Geleceğin yönetim anlayışı yeşil kavramı üzerine bina ediliyor. Bu kavram her ferdin, her kurumun, her üreticinin ve her yöneticinin hayatının ayrılmaz bir parçası olması anlayışına dayanıyor.
Yeşil kavramı günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası olma yolunda ilerliyor.
Küresel şartlar tüm sektörlerin bu model içinde kalarak hizmet ve üretimlerini sürdürmelerini gerektiriyor.

Bu kavarama ayak uyduranların rekabet gücü artacak, aksi durumda küresel pazarlarda rekabet etme güçlerini kayıp etme durumu ile karşı karşıya kalabilecekler.
Bu kavaramı ve anlayışı benimseyip uygulamayan kişi, kurum ve yöneticiler dünya ile rekabet etmek şansını kaybetme ile karşı kaşıya kalabilecekler.
Yeşil yönetim anlayışı mümkün olduğu kadar kaynakları israf etmeden kullanmak, tasarruf yapmak ve çevreyi korumak zorunluluğundan ileri geliyor.

Üretim ve hizmet sektörünün en temel ihtiyaçlarından biri de enerji. Enerjiye olan ihtiyaç her geçen gün artıyor. Fosil kaynaklı enerjilerin çevreyi kirletmeleri ve pahalı olmaları, bu kaynaklara sahip olmayan ülkeleri alternatif enerji türlerine yöneltiyor. Küresel şartlar daha ucuz ve daha temiz enerji kaynaklarına yönelmeyi gerektiriyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarının yanında yeşil teknolojilik özellikli, dolayısıyla tasarruf sağlayan cihazları kullanmak da yeşil yönetim anlayışının ayrılmaz bir bileşeni oluyor.
Bu hedefleri yakalamak amacıyla aydınlatmada normal ampulleri kompakt floresan ampullerle değiştirmek öneriliyor. Araştırmalar floresan ampullerin %70 daha az enerji harcadığını ve on kat daha uzun süre kullanım ömrü sağlıyor. LED aydınlatma ortalama %75 daha az enerji ve 35 -50 kat daha uzun süre dayanıyor.
Özellikle toplu kullanım alanlarında harekete duyarlı aydınlatma kullanmak öneriliyor.  
Elektronik cihazlar, bilgi sayarlar, yazıcılar kapalı oldukları zaman bile enerji harcarlar.  ABD Çevre Koruma Kurumu elektronik cihazları çalışmadığı zaman kapatmakla yıllık olarak cihaz başına 50-150 dolarlık bir tasarruf yapacağı söyleniyor.
Şartlar uygun olduğunda dizüstüne dönüş yaparak ortalama %80 daha az enerji kullanımı sağlanmış oluyor masaüstü bilgi sayarlarla mukayese edildiğinde.
Tabii ışık kullanarak tasarruf yapmak ve binaların projelendirilmesi ve konumu bu esasa göre yapılması öneriliyor.
Eğer pratikse çalışma alanlarını ışığı pencereden alacak şekilde düzenlenmesi tavsiye ediliyor.
Ve bütün ihtiyaçların yeşil seçeneklerin göz önünde bulundurularak satın alma planlarının yapılması…
Geri dönüşümlü kırtasiye veya küçük ya da ambalajı olmayan ürünler çevreye daha az zarar veriyor.
Tek kullanımlık bardaklar, tabaklar yerine yıkanabilen ve tekrar kullanabileceğiniz türden olanlar tavsiye ediliyor. Bitki esaslı, bakterilerle ayrışabilen bulaşık deterjanı ve kağıt havlular yerine kumaş kurulama havlularını veya enerji tasarrufu yapan el kurulayıcılarını tercih etmek yeşil yönetim anlayışının tavsiyesi.
Uygun olan her yerde enerji tasarrufu yapmak ve binaların çevresine ağaç dikerek çalışma çevresinin görünümünü geliştirmek...
Böylece yaz sıcaklarında klima masrafları %35’e kadar azalmış olacak. Ağaçlar aynı zamanda soğuk kış rüzgârlarını engellemeye yardım edecek. Böylece kış ısınma masrafları %30’a kadar azaltılabilecek.
Trafikte zaman kaybetmeyi engelleyen tedbirler almak yakıt tasarrufu sağlarken, karbon emisyonlarını önlemiş olacak.
Elbette yüze yüze toplantıların yeni bir müşteri ile ilişki kurmak için önemi göz ardı edilmezken, günümüz iletişim teknolojileri ikincil bir etkiye sahip olmaksızın kurumlar için iş seyahatlerine sınır getirdi, böylece günümüz iletişim teknolojilerini kullanmak çeşitli açılardan tasarruf sağlamış olacak.
Kurumlar artık yeşil takımlar, ekipler oluşturarak yeşil yönetimi ve çalışma anlayışını geliştirecektir.
Üretilen ürünler giderek yeşil kavramı ile uyumlu olmasına özen gösteriliyor. Üreticiler ve tüketiciler bu kavramla özdeşleşen ürünlere yönelerek bu ürünleri üretip ve bu ürünleri tüketicilere sunmanın gayreti içinde olacakları bir döneme giriyor dünya.

16 Haziran 2013 Pazar

Demokrasi savunuculuğu mu, yaksa mugalâta sanatı mı?





Birileri hedef saptırmada ustalığını sürdürüyor…
Evrensel değerleri istismar etmede bu derece ustalık veya bu derece yüzsüzlük mü olur, demekten insan kendini alamıyor!
Demokrasi, özgürlük maske ve kalkanlarını kullanarak değerleri tersyüz etme sanatını, mugalâta sanatını iyi kullanan zihniyet hep zeytinyağı gibi üste çıkma maharetini gösteriyor.
Son günlerde, ne istediğini bilmeyen ya da açıkça sadece ülkede terör estirmek, anarşi çıkarmak, halkın huzur ve güvenini bozmak, ülkenin kalkınma ve gelişmesini sekteye uğratmak ve olumsuzluk namına ne varsa onları savunmaktan başka bir amaç ve gayesi olmayan bir kalkışma ile ülkemiz karşı karşıya bırakılmak isteniyor.
Bu yapılanları gayet normalmiş gibi savunan güruh, zamanı geldiğinde hesap soracakmış!
Bu ne yüzsüzlük, bu ne pişkinlik sen hep çoğunluğun iradesini hiçe mi sayacaksın, sen hep yakarak yıkarak ve benzeri yaklaşımlarla mı varlığını sürdüreceksin.
Varsayalım ki öyle, ya bu halkın kahir ekseriyetini de senin gibi düşündüğünü mü sanıyorsun?
Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve özgürlüğü, halkın ifade hürriyetini dilinden düşürmeyeceksin; ama tutum ve davranışlarınla bunlara hiç saygı göstermeyeceksin!
Bu evrensel değerleri ancak ve ancak senin işine, menfaatine geldiği zaman saygı duyacaksın?
Ne zaman ki yakma, yıkma ve benzeri hukuk ve insanlık dışı oylalar var olur ve bütün insanlığın tasvip etmediği bu suç unsurları varlığını sürdürürse sen o zaman “ha işte benim demokrasi ve özgürlük anlayışım budur” diyeceksin.
Bu çarpık anlayışla kaç kişiyi ikna edebilirsin?
Ancak ve ancak bu işten geçinenleri, mayasında terör ve anarşiden başka bir şey bulunmayanları ikna edebilirsin…
Bu ülke hukuk devleti, bu ülkede basın hür, konuşma hürriyeti var, herkes görüş ve düşüncesini hukuk çerçevesinde kalarak dile getirebiliyor.
Hızla kalkınan, gelişen, büyüyen ülkemizin önüne duvar örmek isteyenlere kim müsaade eder, hangi ülke bu böylesine haince bir harekete izin verir.
En bariz örneği ile geçtiğimiz günlerde İngiltere’de G8 zirvesini yakmadan, yıkmadan, bir zarar vermeden protesto edenler karga tulumba derdest edildiler. Ki gösteriler en hafif şekilde cereyan etti. Bu ülkenin hiçbir sivil toplum örgütü ve siyasal partisi bu basit gösteriye katılanların yaptıklarını savunmadı.
İşte ülkesini sevmek böyle olur, demokrasi ve özgürlük kavramlarını korumak anlayışı böyle olmalıdır. Zaten makul ölçüler ve süre içinde yapılan gösterilere hiç kimsenin diyeceği bir şey yok. Şehir eşkıyalarına hangi ülke göz yumar, hangi kanun ve hukuk buna müsamaha eder. Ederse orada hukuktan, insan haklarından bahsetmek mümkün olur mu?
Artık böylesine hedef saptırarak bu ülkeyi mağdur etme devri gerilerde kalmıştır, herkesim herkesin hukuk ve demokrasi içinde kalarak mücadelesini medeni bir şekilde yapmasını öğrenmesi gerekiyor.
Artık hukuksuzluğu hukuk diye, anti-demokrasiyi demokrasi diye kimse kabullenmeyecektir.
Makul ve mantıklı bir istek ifade edemeyen, tek gayesi yakmak, yıkmak ve bu ülkeye zarar vermekten başka bir şey olamayan anlayış ve yaklaşımlar ne toplum vicdanında ve ne de hak ve hukuk nezdinde yer bulamayacaktır.
Aksi takdirde, bu anlayış demokrasi ve özgürlük kavramlarını hedefinden saptırmaktan başka bir amaç taşımayacaktır.

14 Haziran 2013 Cuma

AP hedef saptırıyor


  
13 haziran Perşembe günü Avrupa Parlamentosunun ülkemizle ilgili almış olduğu uyarıcı kararı ülkemiz tarafından haklı olarak sert bir dille kınandı.
Çünkü AP olaylara kendine has olan pencereden bakarak yanlı ve tek taraflı bir karar alma alışkanlığına bir yenisini eklemişti.
Yapılan gösteriler AP’nin ifade ettiği türden barışçıl ve yasal bir gösteri olmanın ve yasalarla çerçevesi çizilmiş olan bu tür faaliyetlerin çok ötesinde yapılarak, terörist ve anarşist bir yaklaşıma dönmüştür.
Çok sayıda yakma ve yıkma olayı meydana gelmişti. Toplum huzursuz ve taciz edilmiştir…
Gördüğümüz kadarıyla Avrupa Parlamentosu gerçekleri görmezlikten gelerek, meseleyi tek taraflı ve yargısız infaz anlayışı ile değerlendirmiştir.
Aslında bu batının veya uluslararası toplumun ortak bir bakış açısı gibi duruyor ülkemiz ve diğer İslam ülkelerine karşı.
Doğruyu yanlıştan ayırma erdemini göstermemesi ve taraflı bir bakış açısına sahip olması, ön yargılı olması, AP’nin adil bir karar almasında engel teşkil ediyor.
Gösteri yapanlar bütün kuralları altüst ederek ülkemize çok zarar vermişlerdir.
AP’nin almış olduğu karar sözde sahip çıktığı barış ve uzlaşmacı yaklaşımdan ileri geliyor.
Yani evrensel bir anlayış ile konuya yaklaşıyor.
Fakat bu yaklaşımda çok eksikler var.
Bu bir evrensel mesele olduğuna göre AP’nin bu açıdan görmediği veya görmek istemediği o kadar çok şey var ki yazmakla bitmez.
En canlı ve dramatik örneği Suriye…
Asıl Suriyeliler yıllardır yaşadıkları baasçı baskı rejiminden kurtulmak için ve demokratik haklarını elde etmek için meşru bir mücadele başlatmışlardı. Fakat antidemokratik yönetim bu insanların haklı isteklerine silahla karşılık verdi. Ve olay bir vahşete dönüştü.
Yıllardır Suriye’de yaşanan vahşete karşı ve bu vahşeti destekleyen ülkelere karşı kaç defa bu anlamda ciddi bir ikazda bulundu. Güvenlik konseyini kaş defa ikaz etti. Bir insani vazife olarak uluslararası topluma bu konuda gereken hatırlatmayı kaç defa yaptı. Eğer varsa ve meseleleri insani açıdan ele alıyorsa bunu sıkça tekrar etmesi gerekir.
Diyelim ki Suriye’nin zalim yönetimine bir şey yapamıyor veya yapamıyor, peki onu destekleyen ülkeleri ve güvenlik konseyini neden ikaz etmiyor. Asıl o insanlar demokratik haklarını kazanmak istiyorlar. Niye ciddi bir şekilde yanlarında olduklarını dünyaya haykırmıyorlar.
Demek ki meseleye bakışlarında sahtelik var, samimiyet yok… Bu yaklaşım da hedef saptırmadan öteye geçmiyor.
Gerek Avrupa Parlamentosunun ve gerekse benzer kuruluşların eğer bölgesel ve küresel huzur ve güven istiyorlarsa bu hususta gerçekçi davranmaları ve samimi olarak meselelere yaklaşmaları gerekir. Olayları saptırmakla doğrular bulunmaz.  
 

12 Haziran 2013 Çarşamba

Millet iradesine saygı istiyor


 
Son günlerde Taksim ağırlıklı olarak başaltıdan ve kayda değer bir amacı olmayan olayların tek gaye ve hedefi sadece ülkemizde istikrarı sekteye uğratmak ve uluslararası alanda itibar kaybı oluşturmaktan ibarettir. Yabancı basında geniş yer bulması da bunun en açık ve en kuvvetli delilidir. Yabancı basının ve arkasındaki güçlerin de tek bir amacı Türkiye’de sözde bir bahar havası oluşturmak...

Bunlar hangi baharı Türkiye’ye layık görüyorlar, en bariz misali ve en acımasız misali ile Suriye’deki gibi mi?

Türkiye’nin bir bahara ihtiyacı yok. Asıl bahar ihtiyacı olanlar gerek içerde ve gerekse dışarıda ülkemizin kalkınmasına, gelişmesine, ilerlemesine tahammülü olmayan kesimlerdir.

Bildiğimiz kadarıyla ülkemiz o bahara tek parti döneminden kurtulduğu zaman kavuşmuş, demokrasinin tohumları o zaman atılmıştı. Son on yılda ise Ak Parti hükümetleri döneminde o demokrasi tohumunun dumura uğrayan ve yeşertilmeyen kısmı hayat bularak dallanıp budaklanmıştı. Şimdi yapılması gerekenin bu taze fidanın korunup geliştirilmesine katkıda bulunmaktır.

Aslında art niyetlilerin sözünü ettiği bahar başka bahar, daha doğrusu bahar ismi altında ülkeyi kara kışa çevirmek.

Demokrasiyi ağzından düşürmeyenlerin dört yıllığına seçilen mevcut iktidara saygı duymaları gerekir. Bu erdeme sahip olamayanların demokrasiden dem vurmaları ise samimiyetsizliğin ifadesi oluyor.

Dönem sonunda yine vatandaşın reyi kimi tercih ediyorsa demokratik yoldan o işbaşına getirilir.

Milli iradeye, demokrasiye inanan ve güvenen zamanı gelince bu meşru yolu kullanarak demokratik ve hukuki yoldan amacına ulaşır.

Özgürlük var diye herkes bildiğini okuyamaz. Canının istediği her türlü kanun dışı eylemi yapamaz; toplum huzurunu bozmaya, kamu malına zarar vermeye hiç kimsenin hakkı olamaz. Bunu yapanlar toplum huzurunu bozanlar, kamu malına zarar verenler ve gece yarılarına kadar tencere tava gürültüsü yaparak halkın kahir ekseriyetini taciz etmenin bir hak olamadığını iyi bilmeliler! Bunun ismi özgürlük ve hak arama olamaz, olsa olsa haksızlık, kanunsuzluk, çevre istismarı ve çevre ihlali olur.

Taksim meydanında yapılanlar çevre duyarlılığını çoktan aşmış ve çevre duyarlılığı ile oraya gidenler istismar edilmiştir. Çirkin emelleri olanların oyununa getirilmiştir.

Özgürlük kavramı işine geldiği zaman kullanılarak istismar edilmemeli. Başörtülü gençler okullarına alınmadığı zaman ve hakarete uğradığı zaman neredeydi bu özgürlük savunucuları. O zaman bu kavram yok muydu? Yoksa sadece yakma, yıkma tahrip etme söz konusu olduğu zaman mı özgürlük aklılara geliyor. Buna özgürlüğü istismar etmenin daniskası denir. Buna ‘özgürlük ve demokrasi sadece benim işime geldiği zaman saygı duyarım, gündeme getiririm’ denir.

Dünyanın ilgisini çekmiştir, uluslararası medyanın ilgisini çekmiştir... Doğru da bu ilginin arkasında yatan gerçek nedir bunu iyi analiz etmek lazım.

O medyanın hangi amaç ve hangi gaye ile bu kadar içtenlikle olayları takip ettiği çok iyi biliniyor. Özgürlük ve demokrasi yanlısı oldukları için mi?

Bu ülke bu tür istismarları çok gördü, özgürlük, demokrasi, laiklik gibi kavramların arkasına saklanarak bunları kalkan yaparak geçtiğimiz 50 yılı aşan sürede neler olmuş, neler yaşanmış sağduyu sahibi insanlarımız çok iyi biliyor. Bu süre zarfında bu millet gereksiz yere çok acılar çekti, çok şeyler kaybetti. Kazananlar ise içerdeki belli bir küçük azınlık ve dışarıdaki işbirlikçileri oldu.

Bu hakikati bilmeyenler ise masumane istekleri istismar edilerek oraya toplanan o gençler…

Bu kavramları ve o gençleri istismar ederek bir yere varılamayacağını sağduyu sahibi, bu konular hakkında tecrübe sahibi olan insanlarımız çok iyi bilir.

Türkiye bir çözüm süreci yaşıyor. Daha doğrusu huzur, güven ve kalkınmanın önünde aşılmaz kale gibi 30-40 yıldır duran bir engel yok ediliyor.

Sıkıntı buradan kaynaklanıyor. İç ve dış güçlerin rahatsızlığı buradan ileri geliyor… Şaha kalkacak bir ülke, güçlü bir ülke istenmiyor. İnanıyoruz ki bu istismar güruhu aklını başına toplar, bu oyuna gelenler gerçekleri görür, aklıselim galip gelir de, bölgesinde tek bir güvenli liman olan ülkemiz huzur ve güven içinde kalkınmasını sürdürür.

İyi bilinmeli ki bölgesinde huzurun, güvenin ve demokrasinin sembolü olan ülkemiz bir kargaşa ortamına çekilirse bu olayları çıkaranlar dahil herkesin kaybı büyük olur!

Yapılacak gösterilere kimsenin karşı çıktığı yok. Çünkü bu yasal bir hak…

Fakat molotof kokteylle yakıp yıkmaya da kimse müsamaha gösteremez. Çünkü o yakılıp yıkılan malda her ferdin hakkı var. Üç beş tane kendini bilmezin bütün ülkenin huzurunu ve güvenliğini bozmaya hakkı olamaz.

Toplum vicdanı bunu kabul edemez…

Bu ülkede demokrasi var!

Bu ülkede demokrasinin kendi menfaatleri doğrultusunda işlemesini isteyenler ve bu ülkede demokrasi kalkanı arkasına sığınarak istismar yoluna başvuranlar var.

Eğer bu kavramları samimi bir şekilde savunuyor ve demokrasinin bir erdem ve fazilet rejimi olduğunu kabul ediliyorsa, o bildik alışkanlıkların terk edilmesi ve bir daha da bu tür istismar yollarına başvurmamaları gerekir. Temenni ederiz…

8 Haziran 2013 Cumartesi

Uluslararası toplum savaşı seviyor





Uzun zamandır üstü örtülü olarak Suriye yönetiminin yanında yer alan İran ve İran’ın güdümündeki Hizbullah açık bir şekilde Suriye’nin vahşet sergileyen yönetimini desteklediğini açıkladı.
İran’a ilaveten Rusya’nın da vahşet sergileyen bir yönetimi desteklemeleri insanlık adına utanç verici olduğu kadar, endişe verici bir durum. İran ve Rusya menfaatleri adına binlerce insanın ölümüne neden oldukları gibi, milyonlarca Suriyelinin ülkelerini terk etmelerine ve yerlerinden yurtlarından olmalarına ortam hazırlamış oldu.
Suriye’deki vahşetin üç yıldır devam etmesinde sadece söz konusu ülkeler değil, aynı zamanda uluslararası toplumun da büyük ölçüde duyarsız ve sessiz kalışı vahşetin boyutlarını artırmış oldu!
İran’ın Suriye cephesindeki politikası bu minval üzere seyrederken her fırsatta İsrail’i tehdit etme türünden açıklamalar yapması, özellikle nükleer zenginleştirme konusunda İsrail’in İran’ı bir tehdit unsuru olarak algılaması ve bu nedenle Amerika’yı İran’a yaptırım uygulamaya zorlaması neticesinde, İran İsrail’le sürekli bir gerginlik yaşadığı görüntüsünü dünyaya veriyordu.
Bilindiği gibi İsrail 1967 yılındaki altı gün savaşlarıyla Suriye’nin Golan Tepelerini işgal etmiş ve 1981 yılından itibaren de tek taraflı olarak ilhak etmiş. İsrail buranın su kaynaklarını ve verimli topraklarının kullanmak için işgal etmiş, su ihtiyacının üçte birini buradan temin ediyor. Golan Tepelerinde ayrıca üzüm bağları ve meyve bahçeleri bulunuyor, arazi verimli. Golan Tepelerinin İsrail’e mükemmel bir avantaj sağladığı buradan Suriye’nin hareketlerini izleyerek kontrolü altında tutuyor. Golan Tepeleri İsrail için stratejik öneme sahip.
Fakat sözde Müslüman olduğu ve yine sözde İslami bir yönetimle ülkesini yöneten İran 1967 yılından beri işgal altında olan Golan Tepelerinin tekrar Suriye’ye verilmesi için bir çabası olmadığı gibi, her fırsatta İsrail’e tehditler savuruyor. İran bu tehditlerinin hiç birinde samimi olmadığını göstermiş oluyor.
İsrail’e karşı kuru sıkı atıp durması kuru bir laftan öteye geçmiyor, bunu söylerken İsrail’e savaş ilan etmesi gerektiğini hatırlatmak istemiyoruz, bu husustaki samimiyetsizliği ve gizli işbirliği yapmış gibi bir tutumunu ortaya çıkarmış oluyor.
Yine uzun yıllardır Filistin topraklarının işgal edilerek Filistinlilerin yerlerinden, yurtlarından olmasına ve bu insanların hayatlarını ve ülke topraklarını kaybetmelerine ses çıkarmayan İran, Suriye’de bağımsızlık mücadelesi veren muhaliflerin karşısında yer alması savunduğu değerlerle tam bir çelişki oluşturuyor. Daha fazla Müslüman kanının dökülmesi için çaba sarf ediyor.
Müslüman kanı dökmeye gelince aslanlar kesilen Hizbullah 1967 yılından beri işgal altında bulunan ve Suriye için stratejik önemi olan Golan tepelerinin geri alınması için niye sesini çıkarmıyor? Bu topraklar 1967 yılından beri İsrail’in elinde bulunuyor, ne Esed ve ne de Hizbullah bu hususta bir şey söylemedi ve bir çaba göstermedi, ancak her ikisi de gayeleri kendi ülkelerinde adil bir yönetim isteyen savunmasız insanlar olunca bunlara karşı acımasızlılarını zirveye çıkarıyorlar. Demek ki Esed ailesi Suriye’yi çoktan satmış, şimdi ülkenin bağımsızlığı ve demokratik bir yönetime kavuşması için üç yıldır mücadele veren muhalifleri gerek uluslararası toplum ve gerekse BM Güvenlik Konseyinin neden desteklemediklerinin arkasında yatan önemli gerekçe de bu olsa gerek.
Golan Tepeleri ve Suriye arasında BM askerlerinin bulunduğu bir de hat var. Uluslararası toplum ve BM bu hattan yararlanıp muhaliflere gerekli desteği sağlayabilir. Bunu da herhalde İsrail istemiyor.
BM eften püften meseleler için bazı ülkeleri ikaz ederken, vahşetin yaşandığı ülkelere gözünü ve vicdanını kapalı tutuyor.
Anlaşılan uluslararası toplum da barışı değil, kendi menfaatleri gereği savaşı seviyor.

6 Haziran 2013 Perşembe

Çevrecilik adına çevre hakkı ihlali




 

Her yıl 5 haziran dünya çevre günü olarak kutlanıyor.

Bu kutlama nedeniyle Birleşmiş Milletler yetkilileri her yıl tonlarca yenilebilir ürünün çarçur edildiğini söylüyor. Herkesi gıda sistemlerindeki kayıp ve israfı önlemeye yarımcı olması çağrısında bulunuyor.

Mevcut durumda üretilen gıdaların üçte biri tarladan masaya gelinceye kadar zayi oluyor, bu BM’nin tespiti... Bu aynı zamanda enerji, arazi ve su açısından büyük bir çevresel maliyet oluşturuyor.

Ürünlerin tarladan sofraya kadar olan zaman süresince karşılaştıkları eksiklilik ve yanlışlıklar ise; haşereler, elverişsiz depolama tesisleri ve elverişsiz tedarik zinciri olarak sıralanıyor. Ancak bu aksaklıklar ve eksiklikleri asgariye indirme imkânı bulunuyor. Bu da söz konusu süreci iyi yönetmek ve tesisleri iyileştirmekle mümkün olabilir…

Dünya Çevre gününde uluslararası toplumun masasında çok sayıda çözüm bekleyen insani mesele var.

Yeryüzünde küresel olarak yaklaşık bir milyar insan yetersiz besleniyor, bir o kadar insan güvenli suya ulaşamıyor ve binlerce insan bu nedenle sağlıksız sudan kaynaklanan hastalıkla hayatını yitiriyor her yıl.

Yine yaklaşık iki buçuk milyar insan sanitasyon hizmetlerinden yoksun bulunuyor. Özellikle kadınlar ve çocuklar bu yoksunluktan çok daha fazla olumsuz etkileniyorlar.

İç savaşlar ve terörist eylemler dünyanın birçok ülkesinde insanlık üzerinde ağır tahribatlar yapıyor…  

Dünya çevre gününe be açıdan bakıldığında küresel topluma ve Birleşmiş Milletlerin bu tür sorunları çözmekle görevli kuruluşlarına çok önemli görevler düşüyor. Konuyu gündeme getirmek sadece bir anma ve kutlama veya rakamlarla açıklamak yeterli olmuyor. Bu sorunları çözmek için kalıcı çözümler sunacak ve uygulamasını yapacak bir anlayış ve hareketi gerektiriyor.

Bu nedenle gerek BM ve gerekse küresel ve yerel çevreci kuruluşlar ‘çevre gününü’ söz konusu zorlukları aşacak bir anlayış ve yaklaşımla kutlamaları gerekir. Sadece seramonik bir bakış sorunların çözmede yeterli olmuyor.

Çevrenin günümüzde en önde gelen sıkıntıları, azalan tabii kaynaklar; en başta toprak, su ve aynı zamanda kirlilik. Sanayi devriminin başladığı günden bugüne kadar başta insan ve bütün canlılar için lazım olan temel kaynaklar bir taraftan azalırken diğer taraftan da ciddi manada bir kirlilik tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyor.

Dünya nüfusu 1972 yılında 3,85 milyar iken 2012 yılı sonunda 7 milyara ulaşmış ve bu seyir ile rakam 2050 yılında 9 milyar, 2100 yılında 10 milyar olacağı bekleniyor.

Nüfus sürekli artarken mevcut ve artan nüfusu beslemek için temel kaynaklar azalma eğilimi gösteriyor. Bu da şu anda bile çeşitli nedenlerden dolayı dünya nüfusunun tamamı beslenemediği gibi, gelecek şartlarında ise bu işin daha zorlaşacağı yönündeki endişeleri gündeme getiriyor.

BM tarafından bir hak olarak kabul edilen ‘çevre hakkına’ dikkat gösterilmesi gerekiyor.

Hele savaşı, terörü yaşayan Suriye, Afganistan gibi ülkelerdeki insanların çevre hakkını BM bu vesileyle çözüm önerileriyle gündeme getirmeli. Bozulan çevre bu insanların hayatta kalma haklarını ihlal ediyor. Her türlü haktan yoksun bir şekilde hayat mücadelesi veren bu ülkelerdeki insanların içinde bulundukları insanlık dışı ortamı hazırlayan ülkelerin bu insanların çevre ve yaşama haklarını ihlal ettiklerini bilmesi gerekiyor.
İşte dünya çevre gününde çevreci kuruluşlar bu insanların haklarının destekleyen nitelikte etkinlik yapmaları gerekirdi. Fakat amaç çevre ve insanlık olmayınca konu asıl amacından saptırılıyor…

BM’nin ve uluslararası toplumun mevcut anlayış içinde kalarak küresel zorlukları aşma konusunda başarılı olması zor görünüyor. Bu da bu hususta samimiyet gerektiriyor.

4 Haziran 2013 Salı

BBC sadece habercilik mi yapıyor?

Dünyanın her tarafını didik didik tarayıp, olan biteni bütün dünyaya aktaran BBC haberciliği ile kurum olarak kendini dünyaya kabul ettirmiş. 

BBC’nin haber içeriğine baktığımızda ağırlığını özellikle İslam ülkeleri oluşturuyor. 

Nerede bir kargaşa ve kaos varsa onun merkezinde bulunuyor. Şimdi karargahı Taksime kurmuş, Taksim haberleri kaç gündür manşetten veriliyor… 

BBC bir bahar peşinde dünya kamuoyunda bu havayı oluşturmaya çalışıyor sanki... 

Baharı yaşayan bir ülke için durup dururken bir bahar havası oluşturmak nereden çıktı? 

Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde yaşanan politik ayaklanmaya verilen bu isim önceden tasarlanmış ve bunu yine düşünülen ülkeler için kullanılmak amacıyla mı bu ismi buldular. Bahar kelimesinin insan zihninde bıraktığı iyi çağrışıma karşılık, politik ayaklanmanın devam eden ülkelerdeki yaşanan vahşete bakınca baharla bir ilgisi olmadığı açık… 

Ama batının bahar beklentisi bahar kelimesinin ihtiva ettiği anlamdan tamamen tersi bir hava oluşturmaktan başka bir şey değil gibi geliyor. Ülkemiz özellikle baharları engelleyen oluşum ve yapıları son on yılda ortadan kaldırma çabası içinde olmuş. Ülkeyi daha demokratik ve daha özgür bir yapıya kavuşturmak için gerekli çabalar gösterilerek gerek ekonomik ve gerekse demokratik manada bir hayli reformlar ve ilerlemeler gerçekleştirilmiş. 

Bu olumlu gelişmelere rağmen, BBC bu tabiri niye ülkemizle özdeşleştirdi ve bütün dünyaya da lanse etti! Buna makul bir anlam vermek mümkün değil. Türkiye kurum ve kurumsal yapılarıyla varsa bu anlamada bir sıkıntı hukukun içinde kalarak çözme basiretine, devlet ve hükumet tecrübesine ve bilgisine sahip bir ülke. Türkiye antidemokratik yasalarla değil, çağın gerekleriyle uyumlu yasalarla yönetilen bir ülke. 

Yoksa BBC’nin asıl amacı baharı yaşayan ülkemizin sonbahara dönüşmesi mi? Ülkemiz son on yılda hayal ürünü senaryoları aşmış; artık gereksiz yere suni olarak korku ve endişe oluşturan yersiz iddiaların taraftar bulacağı bir ülke değil. Bu ütopyalar geçmişte vardı diyebiliriz, ama bugün için bu aslı astarı olmayan anlamsız endişelere yer vermek mümkün değil. Evet, yakınımızda yaşanan sözde bir bahar var, bu aslında bahar değil de bir vahşet; hem de bütün dünyanın gözü önünde yaşanan bir vahşet… 

Arap baharının yaşandığı ülkelerde demokrasi, hukukun üstünlüğü ve demokratik seçimler yapılamıyordu. Bu haklı nedenle son çare olarak söz konusu yola başvuruldu. Keşke böyle olamasaydı da daha demokratik ve insani olsaydı, bu da uluslararası toplumun hatası idi! Demokrasi yanlısı uluslararası toplum demokratikleşmek isteyen Suriye’ye maalesef duyarsız kalmış gereken desteği vermemişler. 

Demokrasi havarisi kesilmeleri sadece lafta kalmış.. BBC’ye bir tavsiyemiz var acil olarak bahara ihtiyacı olan bir ülke de Kuzey Kore ve demokrasinin, insan haklarının olamadığı, uygulanmadığı başka ülkelere karargâh kurması; sadece Afganistan, Pakistan, Irak ve benzeri İslam ülkelerinde değil…

2 Haziran 2013 Pazar

Demokratik olgunluk bu değil!






Ülkemizde son günlerde suni olarak tertiplenmiş yaşanan olaylar karşısında hep söylenen bir söz var ‘Biz bu filmi görmüştük’!...
Bu film sadece bugüne has değil!
Ülke düşmanlarının ekmeğine yağ süren olaylar, Osmanlının son dönemlerinden beri var…
Bu çirkin senaryo nasıl Osmanlı imparatorluğunu parçalayıp dağıttı ise, onunla yetinmeyip bugünkü bütünlüğümüzü de aynı şekilde parçalayıp yok etme anlayışının devamıdır.
Demokrasiden, haktan ve hukuktan nasibini alamamış bunları sadece bir kavramdan ibaret bilen bu güruh bir başbakanı ve bakanlarını yalan ve iftiralarla nahak yere ipe götürmedi mi?
İşte gerek Osmanlının son dönemlerinde ve gerekse günümüzün demokratik kurum ve kurallarıyla yönetilen Cumhuriyet döneminde belirli aralıklara aynı zihniyet gene varlığını, kin ve nefretini sürdürmek mi istiyor sorusunu hatırlatıyor.
Bu zorba anlayışı ile ülkeye her seferinde verdikleri zararları bu millet unutur mu sanılıyor. Terör anlayışıyla bir yerlere varılacağı mı sanılıyor!
Osmanlının son döneminde yabancı kışkırtmacıların desteği ile ‘istemezük’ naraları atarak nasıl haksız yere padişahları tahtlarından ederek kocaman imparatorculuk çökertilerek, mevcut sınırlarımıza getirildi ise bugün de aynı zihniyet istedikleri zaman istediklerini gerçekleştirmek için demokrasi ve haklar kisvesi altında o hain ve çirkin emellerini gerçekleştirmek istiyorlar.
Sözde Demokrasi savunucularının kaç günden beridir ülkemizde yaptıklarını esefle, üzüntü ile izliyoruz. Bunlar sözde demokratik haklarını kullanıyorlar, sözde çevreyi koruyorlar, sözde çevre yanlıları, sözde ülke sevdalıları, sözde insan sevdalıları; hepsinin yalan olduğu bir kez daha aşikâr olmuştur. Bu istenmeyen olaylar altına sığındıkları demokrasi şemsiyesini ne derece istismar ettiklerinin somut bir göstergesi olmaktan başka bir şey değildir.
Demek ki bunların anlayışında, demokrasi yakıp yıkmak, yıkıp dökmek; önlerine ne gelirse tahrip etmek, kırıp dökmek; ülkeyi bir kargaşa ortamına sürüklemek; birini bitirmek isterken terörün bir başka versiyonun uygulamaya koymak.
Arkalarındaki dış güçlerin de kışkırtma ve tahrikleriyle ülkede sürekli bir huzursuzluk ortamını canlı tutmak anlayışı akala geliyor. İnsan ister istemez yaşananlara bakınca; demek ki bunların anlayışında hak ve hukuk bunlardan ibaret, ülke sevgisi bunlardan ibarettir, anlamını çıkartıyor. Gösterilere kendine göre iyi niyetle katılmış olanlara ve sadece yasalar çerçevesinde demokratik hakkının kullanmak isteyenlere bir diyeceğimiz yok. Fakat bu hakkı bu derece yakıcı, yıkıcı ve tahrip edici seviyeye taşıyanlar ise hukukun dışına çıktıklarını unutmamalılar, toplumun geride kalan kahir ekseriyetinin huzur ve güvenini bozduklarını unutmamalılar!
Madem demokrasiyi ağzından düşürmüyorsun ve bu söyleminde samimi isen o zaman demokrasinin kurum ve kurallarına saygılı olman gerekir. Haklarını, isteklerini demokrasi ve hukuk kuralları içinde kalarak elde etmeye çalışırsın. Aksi takdirde sen bu söyleminde samimi değilsin, sen bu değerleri istismar ediyorsun manası çıkarılır.
Bunun da yolu seçim sandığıdır, bunun da yolu seçmenin tercihine saygılı olmaktan geçer, milletin reyine saygı duymaktan geçer. Bunun da yolu bugüne kadar yaptıklarını ve yapacaklarını anlatmak ve bu milleti bunlara inandırmaktan geçer.
Belirlenen kanuni çerçevede gösteri yapmak toplumsal bir haktır, fakat bunu yaparken bu toplumsal hakkının kullanmayanların hakkına saygılı olman gerekir, bu da bu tür toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmayanların huzur, güven, mal ve canına saygılı olmaktan geçer. Toplum huzur ve güvenini bozacak tutum ve davranışlardan uzak kalarak bu hakkı yerine getirmen gerekir.
Netice olarak, biz bu çirkin senaryoları çok gördük; bunların hiçbiri bu ülkeye ve bu ülke insanına fayda ve yarar getirmemiştir.
Dileriz bu tür olaylarda herkes ve her kesim arzulanan demokratik olgunluk, anlayış ve hoşgörüye sahip olan bir seviyeye ulaşır. Unutulmaması gerekir ki bu gemi hepimize ait, bu gemi su alırsa bu gemiyi batırmak isteyenlerin kurtulacağı sanılmasın!
Son on yılda Ak Parti iktidarları döneminde hayallerin ötesinde bir kalkınma başarısı gösteren bu kalkınma gemisi karaya oturtulmak isteniyor, yine IMF kapılarında bekleyen bir Türkiye isteniyor. Ülkemiz yine başkalarına el açan bir ülke görüntüsüne kavuşturulmak isteniyor! Tekrar o duruma düşmek ve düşürülmeyi hiç temenni etmeyiz ve inanıyoruz ki bu millet buna fırsat vermeyecektir…