19 Aralık 2018 Çarşamba

Uluslararası petrol fiyatları düşüş eğiliminde


Petrol fiyatları 2014 yılında varil başına 100 doların üzerine çıktıktan sonra aynı yılın haziran ayından itibaren düşme eğilimine girdi.
Bu güne kadar belli aralıklarda düşme ve yükselme trendleri gösteren uluslararası petrol fiyatları 2014 yılında düşme kulvarına girdikten sonra 100 dolar ve üzerine çıkmadı. İlk defa bu yıl brent petrolü varil başına 86 dolara kadar yükseldi.
Sonrasında uluslararası petrol fiyatları bu seviyeden aşağıya doğru inişe geçti.
Yıl içinde yükselme döneminde ülkemizde fiyatların iç piyasaya yansımaması için söz konusu fark akaryakıt satışlarından elde edilen verginin düşürülmesiyle dengelendi. Böylece tüketici uluslararası petrol fiyatlarının yükselmesinden olduğu gibi etkilenmedi.
Petrol fiyatlarındaki düşüş oranı, söz konusu fark telafi edildikten sonra, iç piyasa fiyatlarına yansıtıldı.
İlk aşamada 86 dolardan 60 dolar seviyesine düşen uluslararası petrol fiyatları şimdilerde 60 doların da altına düşerek, ABD petrol fiyatı varil başına 46 dolara, brent petrolü ise 56 dolara kadar düştü. Uzmanlar fiyatlardaki düşüş nedeninin fazla arz endişesinden kaynaklandığını ileri sürüyor.
ABD'nin dünyanın en büyük petrol üreticisi konumuna yükseldiği ve üretimde kısıtlama yapmayacağı belirtiliyor.
Petrol fiyatlarının düşüşünde bir diğer etken ise küresel ekonomideki büyümenin yavaşlaması ve Petrol İhraç Eden Ülkelerin (OPEC) üretimi kısıtlamasının şüpheli olmasından ileri geldiği belirtiliyor.
Küresel stoklardaki yükselme nedeniyle her iki petrol türünde ekim ayından bu yana ham petrol fiyatlarında yüzde 30’dan fazla kayıp meydana geldi.
Analistlere göre, ABD’nin ham petrol üretimini artırması, Rusya ve OPEC tarafından kabul edilen arz kısıtlamasının ise arzulanan neticeyi veremeyeceği, aynı zamanda İran’nın da üretimi kesmeyeceği ifade ediliyor...
Bu gelişmeler fosil kaynaklı olan ham petrol fiyatlarının 2014 yılından beri düşme eğilimine girdiğini gösteriyor...
Çevre faktörleri göz önünde bulundurulduğunda fosil kaynaklı yakıtların artık giderek üretim ve tüketiminin azalacağı, yerine alternatif yakıtların devreye gireceği ağırlık kazanıyor.
Alternatif enerji türlerinde üretim her geçen yıl artış gösteriyor.
Hidroelektrik, güneş, rüzgar ve hidrojen kaynaklı yenilenebilir enerji türlerine yönelen dünya önümüzdeki on yıllarda tamamen fosil yakıt kullanımından vaz geçip temiz enerjiye yönelmiş olacak...
Petrolün en büyük tüketicisi ulaşım sektörü. Bu sektör bu hususta hızlı bir değişim ve dönüşüm trendine girmiş bulunuyor.

Her sınıfta elektrikli araçların üretim ve kullanımının gelecek yıllarda artması, buna bağlı olarak fosil kaynaklı yakıtlara olan talebin ise giderek düşeceği bekleniyor.

15 Aralık 2018 Cumartesi

İnsan yaşantısında hayati önemi olan dağlar



Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2002 yılında 'Uluslararası Dağ Günü' ilan ederek 2003 yılından beri her yıl 11 Aralıkta kutlanıyor.
Hedef sürdürülebilir dağlar oluşturmak.
Bu çerçevede yapılan açıklamada yaklaşık bir milyar insan dağlık alanlarda yaşıyor. İnsan toplulukularının yarısı su, gıda ve temiz enerji için dağlara bağımlı.
Ancak dağlar dağ toplumları ve dünyanın kalan kesimi için potansiyel olarak geniş kapsamlı ve yıkıcı sonuçlarıyla iklim değişimi, arazi kötüleşmesi, aşırı sömürülme ve tabii felaketlerden dolayı tehdit altında bulunuyor. 
Dağlar iklim değişikliğinin ilk belirtileri ve küresel olarak iklim ısınmaya devam ediyor. Dağlık alanlardaki insanlar dünyanın en aç ve fakir olanları olarak hayatta kalma mücadelesi veriyor, açıklamaya göre.
Sıcaklık yükselmesi benzeri görülmemiş bir şekilde dağ buzullarının erimesine yol açıyor, insanların milyonlarcası için tatlı su arzlarını etkiliyor.
Dağ toplulukları iklim değişkenliğine nasıl adapte olacakları konusunda nesiller boyu bilgi birikimi ve stratejilerine sahipler.
Politik, ekonomik ve sosyal marjinaleşmeyle kombine olmuş iklim değişikliği, iklim değişkenliği ve iklim kaynaklı felaketler dağ insanlarının gıda yetersizliğini ve aşırı yoksulluğunu artırıyor.
Mevcut durumda gelişmekte olan ülkelerde 3 kişiden biri gıda güvensizliğine karşı zayıf bulunuyor.
Dağlık toplulukların kırılganlığı büyüdükçe gerek yurt dışı ve gerekse kent merkezlerine göçler artıyor.
Dağlar dünyanın su kuleleri vazifesini yapıyor ve gezegenimizin tatlı su kaynaklarının yüzde 60 ve 80 arasında bir kısmını sağlıyor.
Dağlar aynı zamanda felaket risklerini azaltma özelliğine sahip.
Turizm açısından, dağlık destinasyonlar küresel turizmin yüzde 15 – 20’sini çekiyor, ayrıca önemli kültürel çeşitlilik, bilgi ve miras alanları özelliğine sahip.
Dağlık alanlar dünya arazi yüzeyinin yüzde 22’sini kaplıyor.
Dünya ormanlarının yüzde 28’i dağlık alanlarda bulunuyor.
Patates, mısır, arpa, darı, elma, domates gibi 20 önemli gıda bitkilerinin 6’sı dağ kaynaklı.
Bu nedenle, küresel zorluklar ve tehditlere cevap vermek için sürdürülebilirliği bütün yönleriyle ele alacak katılımcı ve entegre yaklaşımları gerektiriyor.
Bunun için dağ bölgelerini etkilyecek değişimin sürücüleri anlayışını geliştirecek araştırmaları desteklemek esas kabul ediliyor.

İklim değişimi bağlamında, gelecekteki su varlığını değerlendirmek için dağlık alanlardaki buzulları ve akış desenlerini izleyecek çabaları artırmak önemli bir ihtiyaç görülüyor.

10 Aralık 2018 Pazartesi

“Toprak kirliliğine çözüm ol”


Dünya Toprak Gününün bu yıldaki teması “Toprak kirliliğine çözüm ol”. 
Toprak kirlenmesini ele alacak acil eylem planına ihtiyaç duyuluyor. Kirlenme küresel gıda güvenliği ve emniyetine pozisyon alan çok sayıda tehditleri kapsıyor.
Birleşmiş Milletler Gıda Tarım Organizasyonu (FAO) dünya toprak günü nedeniyle yaptığı açıklamayla bu hayati mesele için tavsiyelerde bulunuyor.
Binlerce kimyasal, plastik ve elektronik atık, işleme tabi tutulmayan atık sular toprak kirliliğinin kaynağını oluşturuyor.
İnsan ve gezegenimizin sağlık ve refahına olan ciddi sonuçları ile gıda zincirine girecek kirleticilere yol açıyor.
Toplam gıda üretiminin yüzde 95’i doğrudan veya dolaylı olarak topraktan üretiliyor. 
Fakat insan faaliyetlerinin yıllar süren alışkanlıkları dünya çapında kirlenmiş toprak mirası bırakmış.
Yediğimiz gıdanın, içtiğimiz suyun, teneffüs ettiğimiz havanın etkileri, sağlığımız ve bütün organizmaların sağlığını olumsuz etkiliyor.
Açıklmaya göre toprakların yüzde 33’ü kötüleşmiş ve alarm veren bir oranda bozulmaya devam ediyor...
Topraklar kirleticiler için bir filitre görevi yapıyor.
Ancak bu koruma kapasite aşıldığında kirleticilerin çevreye ve gıda zincirine zarar vereceği belirtiliyor.
Bu durum bitkileri tüketim için riskli ve güvensiz yaparak gıda güvenliğini zayıflatıyor.
Toprak kirliliğinin ana kaynağı ise insan faaliyetleri.
Sürdürürlebilir toprak yönetim uygulamalarını benimsemenin elimizde olduğu hatırlatılıyor.
FAO sağlıklı topraklar için politik destek ve önemli oranda artan yatırımlar için çağrıda bulunuyor.
Güvenli ve besleyici gıdaları sağlamaya yardım edecek sağlıklı toprakların devamlılığını sağlamak sürdürülebilir gelişme hedeflerini ve sıfır açlığı başarmak için esas kabul ediliyor.
Bu yılın Dünya Toprak Günü teması “Toprak kirliliğine çözüm ol”. 
Bunun için FAO ülke, sanayi ve tüketim seviyeseinde kirliliğin nasıl azaltılması hususunda bir takım tavsiyelerde bulunuyor.
Büyüyen şehirler %80’i geri dönüşümlü olan büyüyen çöp dağları üretiyor ve bunlar toprağa intikal ediyor.
Bilinen çöp atıklarının yanında teknolojiler geliştikçe elektronik atıklar da topraklar için yeni bir tehdit oluşturuyor.
Her yıl 50 milyon ton elektronik atık üretiliyor.
Topraklarımızı etkileyen en hızlı büyüyen kirlilik problemlerinden biri olarak görülüyor.  
Bu nedenle FAO eski cihazları atmaktansa bunları bağışlamak veya geri dönüşüme gönderme tavsiyesinde bulunuyor.
FAO’nun açıklamasına göre, 11 Avrupa ülkesinin tarım topraklarının yaklaşık %60’ı tarım ilaçlarının kalıntılarını ihtiva ediyor.
Bu nedenle FAO hükümetlere tarım kimyasallarının sorumlu ve sürdürülebilir yönetiminin gelişmesi hususunda tavsiyede bulunuyor.
Üretilen plastiklerin üçte biri topraklarımızda son buluyor, sonra gıda zincirine ve çevreye dahil oluyor.

Problemi hal etmek ise tekrar kullanılabilen ambalajlar, manav ve market torbaları tavsiye ediliyor.
aynı zamanda bu hususta şuurlu olmak ve farkındalık kazanmak önem taşıyor.


4 Aralık 2018 Salı

Bush’un açtığı zulmet yolu



Baba Bush diye bilinen ABD’nin 41. Başkanı George HW Bush 94 yaşında vefat etti.
Arkasından övgüler yağdırılıyor.
İkinci dünya savaşı duayeni olarak bilinen George Bush’un nazik, hoşgörülü muhafazakarlığı desteklediği ve Sovyetlerin dağılmasına yardımıcı olan politikalarıyla biliniyor.
Bush’un görev gelmesinin ardından meydana gelen uluslararası boyuttaki önmeli olaylara gelince; Çin’in Tiananmen Meydanında demokrasi yanlısı yüzlerce aktivistin öldürülmesi;
28 yıllık Berlin Duvarının yıkılması; Sovyetler Birliğinin 25 aralık 1991 yılında çözülmesi...
Bunu onlarca yıl baskı ve zulümden kurtulan Rus halkı ve çoğunluğunu Türki cumhuriyetlerinin oluşturduğu esir milletlerin bağımsızlığını ilan etmesi izledi.
Bush yine soğuk savaşın ve nükleer silah yarışının sona ermesindeki rolüyle biliniyor.
ABD'nin 41. başkanı ülkesini ve dünyayı soğuk savaşın huzurlu ve muzaffer bir sonucuna götürmedeki rehberliği ile övülüyor...
Bunlar Bush'un olumlu yönleri.
Ancak 1990 yılında dönemin Irak devlet başkanının Kuveyt’i işgal etmesi üzerine sözde hak ve hukuk adına yaptığı işgal hareketi o tarihten bugüne sadece Irak’ta değil, bölgede telafisi mümkün olmayan yaralar açmış bulunuyor.
Dönemin Irak devlet başkanını oyuna getirip Kuveyt’i işgale yeltenmesi ABD ve koalisyon güçlerine bölgeyi işgal etmeleri için bahane olmuştu.
1990 tarihinden beri Irak’ta istikrar olmadığı gibi bu istikrarsızlık ortadoğuda bir çok ülkeye de sirayet etti.
Baba Bush’un açtığı yarayı oğul Bush iyice derinleştirmek için işgal politikasını sürdürdü.
1991 yılında Irak’a koalisyon güçleriyle savaş açması ve arkasından oğul Bush’un 2003 mart ayında mantık dışı ve akıl almaz bahaneler ileri sürerek işgali sürdürmesi neticesinde Irak huzur ve istikrara kavuşmadı.
Saddam'ın asılması ise uluslararası hukuk kuralına uygun mu? Bu da akıllarda soru işareti oluşturuyor.
Koalisyon güçlerinin Iraklı savunmasız insanlara yaptığı işkence ve ölüm olayları ise uluslararası boyutta ayrı bir soruşturma dosyası olmalı.
Irak'ta yapılan hak ve hukuk ihlalleri sonrasında Arap Baharı aldatmacasıyla Kuzey Afrika ve Ortadoğuda demokratik hakların elde edilmesi için başlatılan toplumsal ayaklanmalar bölgedeki birçok ülkede huzur bırakmadığı gibi insanlık adına telafisi mümkün olmayacak derin yaralar açtı...
Baba Bush ve ekibinin, sonrasında oğul Bush’un devam ettirdiği zulüm bugün bölge ülkelerinde milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarca insanın ülkesini terk etmesine, milyonlarca insanın sakat, evsiz, yurtsuz, işsiz kalmasına ortam hazırladığı gibi aynı zamanda milyonlarca insanın yakınlarını kaybetmesine neden oldu.
Durum açıkca ortada; Irak’la başlayan temel insan hak ihlalleri, bugün Suriye’de, Yemen’de, Libya’da, Mısır’da, Afganistan’da devam ediyor.
Temel insan haklarının alabildiğine ihlal edildiği ülkelerin işgal edilmesine ortamı hazırlayan baba Bush batı basınında övgüyle anılırken milyonlarca mazlumun uğradığı haksızlıklar ve kayıplardan hiç bahsedilmiyor.
Bölgede açtığı zulmet yolu kapanmadığı gibi yaklaşık 30 yıldır katlanarak devam ediyor.

İşte vahşi batı anlayışı bu olsa gerek. 

25 Temmuz 2018 Çarşamba

“Su temizdir, temizleyicidir.”



21. yüzyılın en acil küresel konularından biri ekonomik, çevresel ve sosyal sürdürülebilirliği sağlayacak uygun kaliteli bir suyun yetersiz olduğu üzerinde duruluyor.
Su dünyanın en önemli ekonomik, sosyal, çevresel, kültürel, yasal ve politik konularından biri olarak görülüyor…
Sahip olduğu eşsiz özellikleri nedeniyle su en değerli kaynak olarak nitelendiriliyor. 
Hayatın sürdürülmesi, gıda ürünlerini yetiştirmek, enerji üretmek, çevreyi yönetmek ve istihdam üretmek için su ekonomi ve sosyal gelişmenin merkezinde yer alıyor.
Geleneksel ekonomik modelin en fazla zarar verdiği ve hayati öneme haiz tabii kaynaklardan biri de su kaynakları ve su ekosistemleri.
Paha biçilmez bir kaynak olmasının yanında, su bazı durumlarda da en tehlikeli bir vaziyet alabiliyor.
Su ilişkili tehlikeler ise taşkınları, fırtınaları, kurakları kapsıyor ve 10 tabii felaketten 9’undan sorumlu tutuluyor. 
Suyun ekosistemlerini yok etmemek gerekiyor, varsa bunların tamir edilmesi ve orjinal yapısına dönüştürülmesi önem arz ediyor.
Dünyanın %71 su ile kaplı. %97.5’i tuzlu su, %2.5’luk kısmı tatlısu, bunun da %2’lik kısmı buzullarda bulunuyor, geriye sadece %0.5’lik kısmı tarım, sanayi ve kişisel kullanım için elverişli durumda bulunuyor. Başka bir değerlendirmeye göre, dünya su kaynaklarının %3 veya 4’ü tatlı sudan oluşuyor. Sadece bunun %1 ya da %0.5 insan tüketimi için güvenli bulunuyor.
Günümüzde 1,2 milyar insan su darlığı bulunan yerlerde yaşıyor. Bunlar güneybatı Amerika, İspanya kuzey Afrika, Avustralya ve Kuzey Çin.
Bunun sonucu olarak her yıl 5 yaşın altında 361 bin çocuk kötü sanitasyon ve kirli su nedeniyle ishalden, kolera, dizanteri, hepatit A ve tifo gibi hastalıklarla hayatını yitiriyor.
502 bin insan ishal, kolera, dizanteri, tifo ve çocuk felci gibi hastalık taşıyan su içiyor.
Sağlıksız sanitasyon, su ve hijyen yılda 675 bin prematüre ölümlere yol açıyor.
En az 663 milyon insan güvenli içme suyundan yoksun bulunuyor.

2 milyardan fazla insan dışkı ile kirlenmiş su içiyor, 844 milyon kişi temel içme suyuna sahip değil. 

263 milyon kişi su bulmak için 30 dakika veya daha fazla zaman harcıyor.

Nüfus ve ekonomik büyüme suya eşi görülmemiş baskı yapmış bulunuyor. Mevcut nüfus ve büyümesi ve su yönetim uygulamalarının mevcut arzı ile gelecekte dünyanın %40 yetersiz su talebiyle yüzleşeceği tahmin ediliyor.

Küresel suyun %70’i tarım sektörü için çekiliyor. 2050 yılına kadar 9 milyar insanı beslemek için tarım üretiminde %60 büyüme gerektirecek ve suyun çekilmesinde %15 artış bekleniyor.

Dünya enerji üretimi için daha fazla suya ihtiyaç duyacak, bugün 1,3 milyar insan elektriğe erişim eksikliği yaşıyor.


263 milyon insan kaynaklardan su toplamak için 30 dakikadan fazla yolculuk yaparak zaman harcıyor. 159 milyon kişi akarsu ve göl gibi su kaynaklarından herhangi bir işleme tabi tutulmamış suyu içiyor. 
“Su temizdir ve temizleyicidir”, bu nedenle atalarımız su ikramında bulunanlara “su gibi aziz ol” veciz ifadesiyle mukabele etmişler.



3 Temmuz 2018 Salı

Müslüman gafleti zulmü artırıyor




Arakanlı  Müslümanların çektiği sıkıntı yıllardır devam ediyor. Kendi topraklarından kovulan bu Müslümanlar yıllardır her türlü insanlık dışı muameleye maruz kaldılar.
Arakanlılar yeryüzünde mağdur ve mazlum Müslümanlardan bir kısmını oluşturuyor.
Yurtlarını, yakınların, işlerini, aşlarını kaybettiler.
Bu insanlık dışı olaylar bütün dünyanın gözü önünde meydana geldi.
Bu savunmasız insanların seslerini yine ülkemiz dünyaya duyurmaya çalıştı. Bu insanların bulundukları yerlere ülke olarak ziyaretler yapıldı.
Sıkıntıları bizzat yerinde gözlemlendi.
Bu insanlık dramı bütün dünyaya anlatıldı.
Fakat küresel emperyalist güçler bu insani sese pek kulak vermedi.
Her zamanki gibi ya bir kınama ya da haklarının korunacağı yerlerine geri dönmeleri için çalışacakları şeklinde sözde kalan ifadeler kullanıldı.
Ancak gözle görülür kayda değer bir sonuç alınmadı.
Bu insanların karşılaştıkları insanlık dışı muamelelere bütün dünya medya iletişim vasıtalarıyla şahit oldu.
Bu haksızlık karşısında Birleşmiş Milletlerin (BM) duyarsız tavrı benzerlerindeki gibi yine kendini gösterdi.
Çünkü gerek bu kurum ve gerekse benzer yapıya sahip olanlar için bahane bulmak çok. 
Gerekirse dut yemiş bülbüle dönüyor veya bu husustaki çaresizliğine mazeret bulmasını biliyorlar.
Kurumun adil olmayan mevcut yapısıyla mazlum ve mağdurlar lehine etkin bir karar alma imkanı bulunmuyor. 
Bu nedenle işin içinden sıyrılıp çıkma yolu tercih ediliyor.
Kurum içindeki hâkim güçler bilindiği gibi işlerine geldiğinde, menfaatleri olduğunda sözde demokrasi, barış ve huzur, özgürlük götürme kisvesi altında binlerce kilometre uzak mesafelere gitmesini biliyorlar… Biliyorlar da götürdükleri yine zulüm oluyor!
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres Bangladeş’teki Arakanlı Müslümanların kamplarını ziyaret ederek oradaki yürek burkan sıkıntıları yerinde görmüş.
Guterres, kampların sürekli taşkın ve heyelan tehlikesi altında bulunduğunu, bu Müslümanların karşılaştıkları insanlık dışı vakıanın “sistematik şiddetin en trajik hikâyelerinden" biri olduğunu söylüyor.
Bu insanlar yakınlarını, evlerini, yurtlarını, iş ve aşlarını kaybederken, bu kamplara hangi zor şartlar altında geldiklerini de gördük; yağmur ve çamur içinde yalın ayaklarla üstlerinde doğru dürüst giyecek olmaksızın zalimlerin zulmünden kaçarak Bangladeş’e sığındılar.
Aynı akıbeti Suriyelilerde yaşamıştı, onlarda evlerini, yurtlarını, yakınlarını kaybederek zalimin zulmünden kaçtılar.
Dünyada hâkim emperyalist güçlerin küresel insanlık problemlerine adil ve kalıcı çözüm getirme hususunda samimi olmayışları her geçen gün bu küresel yarayı azdırıyor.
Göçmen ve sığınması meselesi her geçen gün artarken bu yolda toplu şekilde hayatlarını kaybedenler yıllardır devam ediyor.
Haktan, hukuktan ve insanlıktan nasibini almayan uluslararası toplumun küresel insanlık dramına çare olması ise zor görünüyor.
İslam dünyasının gafleti sürdükçe bu tablo da devam edeceğe benziyor...

28 Haziran 2018 Perşembe

İşkence Kurbanlarına Destek Günü




Bilindiği gibi Birleşmiş Milletler küresel huzur ve güveni tesis etmek için kurulmuş. Ancak bu misyonunu yeterince yerine getiremiyor. 
Getirememesinin önemli bir sebebi de bu kuruma hükmedenlerin kurumu yanlış kullanmalarından ileri geliyor.
Bugün yeryüzüne bakıldığında insanoğlunun en tabii hakkı olan söz konusu değerlere sahip olanların sayısı kitleler halinde giderek azalıyor. Belik de kölelik döneminde bile görülmemiş insan hakları ihlalleri yaşanıyor, çünkü bu ihlallerden beslenenler var…
Bırakın huzur ve güveni bir tarafa dünyanın birçok yerinde can güvenliği dahi yok. zaten işkence türlerinin hedefi de dolaylı olarak insan hayatını bitirmeye yöneliktir. 
Elbette huzur ve güvenin olmadığı ortam can güvenliğini tehlikeye atar. 
Bunun en bariz örneği ülkemizin sınır komşuları olan Irak ve Suriye’de yıllardır devam ediyor. 
Buralar işgal edilirken masum insanlara yapılan insanlık dışı muameleler henüz gün yüzüne çıkarılmadı, adalet yerini bulmadı. Adaletin yerini bulması ise bu kurumun adil çalışmasına bağlı.
Biraz uzak olan bölgelere baktığımızda zulmün ve insan hakları ihlallerinin kol gezdiği ülkeler olan Afganistan, Yemen, Libya; ve Myanmar’da yurtlarından zulümle uzaklaştırılan Müslümanların yıllardır en tabii haklarından mahrum edildiklerini görüyoruz.
Birleşmiş Milletlerin (BM) huzur ve güveni tesis etmek ve yeryüzü milletlerinin açlık, susuzluk ve diğer temel ihtiyaçlarını temin etmek ve sürdürülebilir hale getirmek için uzun yılları kapsayan eylem planları var.
Yine bu insani amaçlara yönelik günler ilan etmiş. BM’de hemen hemen her gün bir insani konuda bir anma günü bulunuyor.
12 aralık 1997 tarihinde 52/149 nolu kararla BM Genel Kurulu 26 haziranı İşkence Kurbanlarına Destek Günü olarak ilan etmiş.
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, bugünün anısına verdiği demecinde;
“İşkence bütün zamanlarda kabul edilemez ve haklı görülemez, bu çirkin ve faydası olamayan uygulamayı sonlandıracak kararlılığımız tekrarlayalım” ifadesini kullanmış.
Antonio Guterres açıklamalarına şöyle devam ediyor; "İşkenceye maruz kalan kurbanların kişiliklerini yitirdiğini ve bunun doğuştan en tabii hak olan insan olma saygınlığını kabul etmemek anlamına geliyor."
Geliyor gelmesine de bir de bu ortamı hazırlayanlara ne demeli, bunlara piyon olanlara ne demeli?
Uluslararası hukuka göre, işkencenin tamamen yasaklanmasına rağmen işkence dünyanın bütün bölgelerinde sürdürülüyor. Ülke bazında işkencelerin ulusal güvenliği ve sınırları koruma nedeniyle işkence ve zulmün diğer formlarının ve aşağılayıcı ve insanlık dışı muamelelere kullanılmasına izin verildiğine işaret ediliyor.
BM başından beri işkence eylemini insanlar tarafından başka inanlara uygulanmasını en iğrenç eylemlerden bir olarak da kınıyor.
Ancak şu önemli hususu unutmamak gerekiyor, o da işkenceye başvuranlar, yargısız infazlara başvuranların aslında en önemli özelliği, işkence yaparak kendi güçsüzlüklerini, zayıflıklarını, kifayetsizliklerini ve yetersizliklerini örtmekten ileri geliyor. Bunlar meselelerini meşru ve adil yoldan değil de vekalet savaşları yoluyla halletmeye çalışıyor.  
Güç gösterisinde bulunan bu güruh aslında kendi zavallılığını ifşa edip, bu şekilde varlıklarını sürdürmek istiyor...
İşkencenin bir günlük anmayla geçiştirilemeyeceği, konun toplum kesimlerine anlaşılır bir şekilde anlatılması, neyin işkence, neyin işkence olmadığı ve bu eylemin ağır bir insanlık suçu, hak ve hukuk ihlal meselesi olduğunun da anlatmak gerekiyor.



26 Haziran 2018 Salı

Ülke yönetimde yeni dönem





16 nisan 2017’de yapılan referandumla kabul edilen anayasa değişikliği ile yeni sistem 24 haziran 2018 yapılan Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimleri neticesinde tüm kurum ve kurallarıyla uygulanmaya başlayacak.
Cumhurbaşkanımız ve Ak Partinin zaferiyle sonuçlanan bu seçim sonuçları aynı zamanda emperyalistlere beklentileri doğrultusunda çıkmadığı için iyi bir Osmanlı Tokadı oldu.
Ülkemizin yaklaşık bir asırdır uygulanan parlamenter sistem bu son seçimle birlikte anayasa değişikliği gereği tarihteki yerini almış oldu.
Ülke yönetiminde bir dönem kapanmış yeni bir yönetim sistemi başlamış oluyor.
Başbakanlık makamı lağvedilerek başkanlık sisteminin fiili uygulaması başlıyor.
Ülkemizin kalkınması, gelişmesi, refahın adil bir şekilde bütün toplum katmanlarına yayılması yolunda geçmiş dönemde karşılaşılan yanlışlık ve engellerin yeni yönetimle aşılması hedefleniyor.
Artık emperyalistlere ve onların alçak hile ve aldatmalarına boyun eğen bir yönetim değil de, hukuk kuralları doğrultusunda hareket edecek yeni bir yönetim dönemine girmiş bulunuyor ülkemiz.
Bu yeni sistemle koalisyon dönemlerinin verimsiz ve eksi büyümeli hükumet sistemi yerine cumhurbaşkanlığı hükumet sistemiyle başkanlığı kazanan bakanlar kurulunu oluşturarak çalışmalarına başlamış olacak.
Ancak gerek seçim sürecinde ve gerekse seçimin net bir şekilde kazananı belli olmasından sonra özellikle sömürü güçlerin uluslararası ölçekteki medya birimleri ülkemize yönelik olumsuz yayınlarını sürdürdü ve sürdürmeye de devam ediyor.
Ellerindeki malzeme ekonomi.
Bunu bırakıp başka bir konuyu işleyebilirler; insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi…
Şimdilik enflasyonun %10’nun üzerinde olması, faiz oranlarının yükselmesini gündemde tutarak olumsuz bakışlarını sürdürecekler.
Bunu sürekli gündemde tutarak ülkemizin yatırım yapılamaz durumda olduğu intibaını oluşturma çabası içinde oldukları anlaşılıyor.
Böylece ilgili uluslararası çevreleri yanlış yönlendirmeye çalışacaklar.
Küresel analistler ülkemiz ekonomisi üzerinde İMF benzeri bir politika uygulanmasını planlıyor olabilirler…
Bu güruhun dünyada yıllardır süregelen insani olumsuz gelişmeleri dünya gündemine getirmek ve çözüm önermek yerine bunlara yenilerin eklenmesi peşindeler herhalde.
Yeryüzündeki zulümleri, açlık, yokluk, insan hakları ihlalleri, masum insanların katledilmesini, milyonlarca insanın zulümden kaçarak başka ülkelere göç etmesini; kaçarken yolda karşılaştıkları hayati tehlikeleri, bunları atlatsalar da sığınma istekleri gibi hayati konuları dünya gündemine getirmek, gündemde tutmak yerine çok daha önemsiz konularla uğraşıyorlar.
Çünkü bunların hedef saptırma konusunda uzmanlıkları var.
Bir İslam ülkesinde var olan huzuru nasıl bozar, bunu yapmak için nasıl tasmasız piyon “buluruz”un peşindeler.
Alçakça senaryolar hazırlayıp bir Müslüman ülkeyi daha nasıl istikrarsız hale getirmenin çabası içinde olduklarını biliyoruz.
Ancak 24 haziran seçim sonuçlarıyla bir kez daha bunların hain hevesleri kursaklarında kalmış oldu.
Kalmasına kaldı da, fakat yenilen pehlivan güreşe doymaz misali bu huylarından vazgeçmezler.     
Bu güruhun anladığı dil Osmanlı tokadıdır. Bu da güçlü, istikrarlı ve güvenilir bir Türkiye ile olacak. 
Yeni sistemin yürürlükte olan ve uygulamaya girecek olan projelerin daha hızlı bir şekilde hayat bulacağı umuluyor; temenni ediyor ve hayırlı olmasını niyaz ediyoruz.

5 Haziran 2018 Salı

Ürdünlüler bu günleri aramadan!




Ürdün’de bilindiği gibi vergi artışını protesto etmek için bir kısım Ürdünlü sokaklara döküldü.
Hükümetin istifa etmesini istediler, Ürdün başbakanı istifa etti.
İMF’nın dayatması olarak artırılan vergilerin geri çekilmesi için protesto edilmişti.
Ancak başbakanın istifasının yeterli olmadığı gösterilerin devam ettiği görülüyor.
Ürdün’ün bulunduğu yerin coğrafi konum bölge için hassas ve stratejik bir konumda bulunuyor.
Malum bir tarafında Suriye, bir tarafında İsrail ve Lübnan var. Bir nevi bir ateş çemberinde bulunuyor!
Bu protestolar tam da leş kargalarının arayıp da bulamadığı bir ortam. 
Bunun büyüyerek devam ettiği düşünülürse emperyalist güçler "fırsat bu fırsat" deyip anında ülkenin üzerine çöreklenirler.
Bölgede istikrar içinde olan ülkelerden biri Ürdün, bir diğeri de bizim ülkemiz.
Bu istenmeyen gelişmelerin ölçüsü olması gerekenin çok üzerinde olursa, bu durum sadece Ürdün’ü değil ülkemizi de yakından ilgilendiren hayati bir vak'a olur.
Bu bakımdan ülke olarak bizim de Ürdün’deki gelişmeleri yakından takip etmemiz ve gerekli tedbirleri almamız gerekir diye düşünüyor insan.
Gelişmelerin Suriye, Mısır ve iç karışılıklıların olduğu diğer İslam ülkelerindekine benzer bir duruma dönüşmesi neticesinde bunun üstesinden gelinemeyeceğini anlamakta çok zor değil.
Ürdün aynı zamanda Suriyeli sığınmacılara da ev sahipliği yapıyor.
Durumun daha vahim hale gelmemesi için Ürdün yetkililerin de, Ürdünlülerin de çok hassas olmaları gerekiyor.
Eğer 2011 yılından beri Suriye’de devam eden kargaşadan bir ders alamıyorlarsa, bunu hatırlatmak gerekir.
Sınırımızda bir İslam ülkesinin daha kargaşa ortamına sürüklenmesinin getireceği ağır sonuçlar ne bölgemiz ve ne de ülkemiz için hiç iyi olmayacağı gözden uzak tutmamak gerekiyor.
Bölgede mevcut olan iç çekişmeler, terör ve benzeri sıkıntıları artık bölgemiz taşıyamaz duruma gelmiştir.
Emperyalist güçler ellerinde hangi araçlar varsa onu kullanmaktan geri durmuyorlar, durmayacaklar.
İMF sömürü dünyasının finans silahıdır bunu gelişmekte olan ülkelere fırsat buldukça kullanacaklardır.
Bunu kullanacakları gibi terör ve benzeri vasıtaları da kullanmaktan geri durmayacaklardır.
Aslında İslam ülkelerinin zengin olanların varlıkları hiçbir İslam ülkesinin müşkül durumda kalmasına fırsat vermeyecek kadar yeterlidir.
Fakat İslam ülkelerindeki gafil yaklaşım şu an birçok İslam ülkesinin içinde bulunduğu insanlık dışı durumu hazırlamıştır.
Bugün emperyalist ülkelerin emrine giren zengin İslam ülkeleri ne yazık ki bu acı gerçeği hala görmek istememektedirler. 
Daldıkları derin gaflet uykusundan uyanıp kendilerini bekleyen tehlikeyi fark edemiyorlar.
Ülkemizin kendilerine rehberlik etmesini, bu acı gerçeğe kulak vermelerini isterler mi?
Gerek Ürdün ve Ürdün halkı ve gerekse bölge ülkeleri bölgemizde İslam ülkeleri üzerinde yazılan iğrenç münafık senaryolarını anlamları ve ona göre tavır almaları bir zaruret halini almış.
Bu hassa durumu hatırlatmak ve hatırdan çıkarmamak gerekiyor.
Emperyalistlerin yönlendirdiği okları kendimize çevirme gafletinden uyanma zamanı geçiyor. Hedeflerin yanlışlığını fark edip, gerçek yönüne çevrilmesi gerekiyor…
Ürdün halkının sıkıntıları olabilir, fakat içinde düşürülecekleri tuzak bugünü çok arattırır! içlerinde şüphesiz ajan provokatörler bulunur, bunlar bu tür olayların baş rol oyuncularıdır


30 Mayıs 2018 Çarşamba

Alçağa çukur sorulmaz




Sorduğu abes, yakışıksız soruya bak!
Ne yapıyormuş…
Aynı formatla, aynı şartlanmışlıkla kendini bilmezler kuyruğa girmiş…
Aslı astarı olmayan, suni olarak üretilmiş bir kin üzerine inşa edilmiş, sırf emperyalistlerin gönlü hoş olsun diye... 
Bir nevi Stockholm sendromu…
Aksi takdirde emperyalistlere olan sadakatini yerine getirememiş olmanın rahatsızlığını yaşamış olacak…
Kurumsal adap ve edep yoksunluğu.
Seni ne ilgilendirir süfli emellerinin esiri…
Ne yapıyormuş? 
Ne ilgilendirir seni, ey biedep.
Ne ilgilendirir seni, kendi işini yapmaktan aciz, üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokman.
Sözde taciz edecek!
Sözde itibarsızlaştıracak.
Sözde yıldıracak,
Sözde sabır ölçecek
Sözde kışkırtacak,
Asıl suç işleyen suçsuz bırakıp, mazlumu mahkûm edecek ortam oluşturacak, tıpkı 12 eylül öncesi gibi...
Evet, bu alçak plan emperyalist hainlerin asırlardır uyguladıkları taktik.
Bu anlayış İsrail devletinin 70 yıldır mazlum ve savunmasız Filistinlilere yaptığı vahşet anlayışıdır.
Bu, bugün Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Mısır’da, Myanmar’da ve daha birçok yerde mazlumların haksız, zalimlerin ise suçsuz ve taltif edildiği anlayıştır.
Çünkü biliyor ki ne yaparsa yapsın yanına kar kalıyor, ne kadar zulüm ederse etsin hesap vermiyor, ne kadar can, mal yakarsa yaksın cezasız kalıyor.
BM'de sürekli bu husus dile getirilse de sözde kalıyor!
İşte bu alçak anlayış sahipleri, mevcut küresel hukuk dışı düzenin hak ve hukuku hiçe sayan bir anlayışın ürünü, biliyor ki ne yaparsa yana kar kalacak.
Bu alçak anlayış güruhu biliyor ki “şimdilik biz güçlüyüz”.
Alabildiğine hukuk ve insan hakları olsun, nasıl olsa bunların uygulamada zerre kadar yeri yok.
Bu zalim güruh iyi biliyor ki yaptıklarının cezası “çok çok bir özür, kınama, hatta şiddetle kınama açıklamasından öteye geçmiyor…

Mayasında emperyalistlere piyonluk ve kulluktan başka bir şeyle beslenemeyenden başka şey beklenemez.
İşte bu alçak mide bulandırıcı zihniyettir ki sadece günümüzde, yakın tarihimizde değil, Osmanlı’nın son döneminden itibaren bu ülke büyük kayıplar vermiş.
Bu alçak anlayışın neleri yıktığı, neleri götürdüğüne dair tarihimizde ders niteliğinde acı örnekler var.
Bırakın aileleri, küçük toplulukları; fitnenin cihan devletlerini nasıl yıktığına yaşamış bir milletiz.
İşte bugün İslam aleminin içine düştüğü duruma bakınca; fitnenin silahtan da, top ve tüfekten de çok daha fazla bir güce sahip olduğunu misalleriyle görüyoruz.
Çok fazla gerilere gitmeye gerek kalmadan bu iki yıkıcı unsurun en çarpıcı örneği yanı başımızda duruyor.
Demokratikleşme uğruna sınır komşumuz Suriye’de o fitne çıkarılmasaydı, bugünün hazin tablosu olmayabilirdi.
Ya da çıkmış olmasına rağmen bütün İslam ülkeleri gücünü birleştirip ağırlığını ilgili uluslararası toplantılarda gösterebilseydi bugünün telafi edilemez kayıp ve yıkımlar var olamayabilirdi.
Ne Suriye’de, ne Yemen’de, ne de Afganistan’da uzun yıllardır süregelen insanlık dramı görülmeyebilirdi.
Fakat ne yazık ki emperyalist güçlerin İslam ülkelerinde yakmakta zorlanmadıkları fitne ve fesat ateşi kolayca ortam bulabiliyor.
Kendilerine piyon bulmakta hiç zorlanmıyorlar.
Böyle bir ortamın varlığı işlerini kolaylaştırıyor.
Fitne ve fesadın vücut bulabildiği ekosistem çoğunlukla eğitim eksikliği dolayısıyla cehaletten, aynı zamanda doğru dini bilgilerin olmayışından ileri geliyor.
Şu eşi ve benzeri görülmemiş alçak politikaya bak!
Silahsız ve savunmasız insanların üzerine canının istediği zaman ağır silahlarla saldıracak, sonrada hiç yüzü kızarmadan bu savunmasız Filistinlileri terörist ilan edeceksin.
Ve buna hiçbir uluslararası kurum; “bak sen bu savunmasız insanların üzerine ağır silahlarla saldırdın ölümlerine neden oldun” diyemiyor.
Hem savunmasız insanları katledeceksin hem de çıkıp kendini savunmak için savunmasız insanları terörist ilan edeceksin.
Bu uluslararası adalet, hukuk ve insan hakları anlayışının çöküşüdür...
Evet, alçağa çukur sorulmaz, Esfel-i Safiline kadar gider!

25 Mayıs 2018 Cuma

Piyon ekosistemleri






Vesayet oklarının yönünü ülkemiz üzerinden ayırmamış, hep kontrol altında tutmuş. Cumhuriyet tarihinde yaşadıklarımız bunu gösteriyor. 
Oklar hep ülkemize yönelmiş olabilir. Ancak karşı koyacak güçlü kalkanlar yapılınca emperyalist okları da hedefini tutturamayacağı gibi onlara yönelecek.
Millet iradesiyle işbaşına gelen yönetimler bu oklara meşrutiyet içinde karşı koyabildiği kadar dayanabilmiş; ya da vesayete boyun eğdiği sürece görevini sürdürmeye çalışmış.
Vesayet odakları emperyalistler adına bulundukları görev ve kurumları istismar etmiş. Bu istismarlığı yaparken hep kahraman ve vatansever edasıyla ortaya çıkmışlar.
Bunun önemli bir nedeni de piyon olarak kullanılanların bağımsız bir ülkenin sahip olduğu temel değerlerinden yoksun olmaları ya da bulundukları görevi layık-i vechiyle yerine getirememenin eksikliğinden ileri gelmiş.
Ülkemiz istikrar ve güven içinde kalkınmasını sürdürürken emperyalistlerin bu olumlu havayı bozmak için en çok kullandırdıkları malzemeler ise; hürriyet, özgürlük, hukukun üstünlüğü, kişi hak ve özgürlükleri, demokrasi ve benzeri kavramlar olmuş. Bu değerlerin yokluğu işlenmiş.
Bu kavramlar üzerinden emperyalist güçler ve onların içerideki üst seviye piyonları ülkemiz kalkınmasını zaman zaman zaafa uğratmış.
Bu zaaf durumu zaman zaman çok şiddetli olmuş ve ağır sonuçları olmuş.
Bu tür bölücü ve kışkırtıcı girişimler sadece Cumhuriyet döneminde değil, temelleri bilindiği gibi Osmanlının son dönemlerinde atılmış.
Bu hainler İmparatorluğu yıkmakla, İslam âlemini parça parça etmekle kalmamış, bu alçak faaliyetlerini İmparatorluk sonrasında kurulan Cumhuriyet döneminde de sürdürülebilir bir hale getirmek için gayret sarf etmiş.
Bir başka ifadeyle bu işi kuramsallaştırmışlar.
Sürekli bir güç ülkemizin huzur, güven ve istikrarını bozmak için Demokles’in kılıcı misali tepemizde tutulmuş.
Ne zamanki şartlar ülkemiz lehine bir rotaya girmişse, bu kış uykusuna çekilen güçler hemen canlanmaya ve faaliyetlerini sürdürmeye başlamış.
Bildiğimiz gibi ülkemizin birlik ve beraberliğine karşı yapılan en önemli darbe hareket 27 mayıs ihtilaliyle olmuş.
İnsanlığı utandıracak yalan ve iftiralarla bir millet iradesi ayaklar altına alınmış.
Bunla kalınmamış, öylesine bir kin ve nefret oluşturulmuş ki bir başbakan ve iki bakanı haksız ve hukuksuz bir isnatla darağacına gönderilmiş.
Hani, 12 eylül 1980 ihtilalı sonrasında ABD’nin içimizdeki ajanı ülkesine kendi adına başarı haberini verirken, “Bizim çocuklalar ihtilal yaptı” demişti. Demek ki bu tür alçakça işlerin arkasında ağırlıklı olarak dış güçler bulunmuş.
Evet, bu süfli işlere teşne piyonlar var oldukça emperyalist güçlerin bu tür hain emelleri de varlığını sürdürecek.
Ülkemizin birlik ve beraberliğini ve hatta vatansız bir millet haline getirme kanlı girişimi en son bilindiği 15 temmuz 2016 yılında yapılmıştı.
Bu alçak girişim öncekilerden çok daha farklı olmuştu, “vatan sevgisi” bu millete “yeter artık” dedirterek bu milletin ve ülkenin silahlarını savunmasız insanlara çevirenlere karşı tek yürek, tek vücut olarak, canını ortaya koyarak bu alçak teşebbüse karşı çıkmış başarılı olmuştu…
Elbette ki emperyalistlerin hain emelleri bitmez, alçak ve kirli senaryo üretimine devam edeceklerdir.
Yapılması gereken ise piyonluğa zemin oluşturacak ekosistemleri ortadan kaldırmak, bu işe teşne olanlara fırsat vermeyecek ortamı oluşturmak.
Zaten 15 temmuzdan sonra da bu doğrultuda darbe ekosistemlerini yok edecek önemli çalışmalar yapıldığını görüyoruz. Kurumsallaşmanın sağlam temeller üzerine oturtulması darbe teşebbüssünde bulunacaklara fırsat vermeyecektir. 
Bunu ihlal edenler de hukuki çerçevede hasep verecektir. Kanlı 27 mayıs ihtilalının yıl dönümü vesilesiyle gerek Şehit Başbakanımız ve bakanlarına ve gerekse 15 temmuz şehitlerine ve bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyor, kabirlerinin pür nur olmasını temenni ediyoruz.