Her yıl haziran ayında dünya genelinde anneler günü kutlanıyor.
Ülkemizde de giderek yaygınlaşan bu kutlama bir günlüğüne de olsa annelerin farklı bir şekilde hatırlanmasına, evlatları üzerinde olan haklarının önem ve değerinin bu vesileyle öne çıkmasına neden oluyor.
Müslüman toplumlarda anne kavramının çok daha saygın bir yeri var.
Şüphesiz ki annenin senenin bir gününde değil, her gününde hatırlanması ve gereken ilginin gösterilmesi gerekiyor.
“Cennet annelerin ayakları altındadır” hadis-i şerifi annenin önem ve değerini vurguluyor.
“Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” atasözü de annenin önemine atıfta bulunuyor.
Bağdat’ın önemi ise geçmiş asırlarda fiziki olarak şehirciliğin ve medeniyetin şekillendiği örnek bir şehir olmalı ki bu atasözünde yerini almış.
Bağdat’ın asıl önemiyse bağrında bulundurduğu manevi değerlerin ve şahsiyetlerin varlığından ileri geliyor. Çok sayıda manevi değeri yüksek olan rehber insanları bağrında bulunduran bir şehir. Ama gel gör ki basiretsiz liderlerin şahsi ihtirasları neticesinde Bağdat bugün kan ağlıyor…
Liderlerin bir özelliği de duygu yüklü olmaları.
Duygusallık liderliğin bir parçası, bir bakıma onu başarıya taşıyan bir vasıta.
Kimisi şahsi ihtiraslarını, ikbal ve istikbalini ön planda tutarken, kimiyse ülke ve insanlarının dertleriyle hemhal oluyor.
Geçmişte de, günümüzde de bunun örneklerini görmek mümkün. Şahsi menfaatinden başka bir şey düşünmeyenlerin geride bıraktıkları zulüm, kan ve gözyaşı ve bunun neticesi olarak birer birer yıkılıp gidişleri.
Mevcutların da buna rağmen ders alamamaları, bu da onların sağlıksız bir ruh haline sahip olduklarının göstergesi oluyor herhalde.
Liderliği kişisel ihtiraslarına araç edinenlerle, kendilerini milletine ve ülkesine adayanların arasındaki fark ise geride bıraktıkları eserlerinde kendini gösteriyor. Bir tarafta varlığını sürdürmek için zulüm ve baskı kullanarak şahsi menfaatlerini devam ettirmek arzusunda olanlar, diğer tarafta ise milletin gönlünde taht kurarak milletiyle gülüp, milletiyle ağlayanlar.
Ülkesine, milletine hizmet etme aşkıyla dolu olanlar...
Kara bulutların gökyüzünü kapladığı, şimşeklerin çaktığı anların hemen arkasından nasıl sağanak boşalması oluyorsa, insan ruhunu saran kara bulutların şimşekleri ise duygusal anlar, duygusal konuşmalar. Eğer bu an insanın en yakınının ölümü olursa duyguların sağanağa dönüşmesi de kaçınılmaz oluyor.
Her nefis ölümü tadacaktır fermanının gereği olarak, Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın valideleri de Hakkın rahmetine kavuştu.
Sayın başbakanın cenaze namazının arkasından helalleşme safhasında duygularına hâkim olamayarak gözyaşlarına boğulması ise dikkatleri çeken bir husus oldu.
Duygusallığın başarılı, karizmatik ve kendisini ülkesine adamış bir lider için gayet normal bir vasıf olarak değerlendirilmesinden daha tabii bir durum da olamaz.
Bu vesileyle Sayın Başbakanımıza sabr-ı cemil dilerken, muhterem annelerinin kabrinin de cennet bahçelerinden bir bahçe olmasını niyaz ediyoruz.
Ölüm ebedi bir yolculuk, geriye dönüşü olmayan bir yoluculuk; Yahya Kemal’in bilinen şiiri ‘Sessiz gemi’ ise ölümü şiirsel olarak anlatan güzel eserlerden biri…
Sessiz gemi
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden
Temennimiz gidenlerimizin de gideceklerimizin de yerlerinden memnun olmaları…
11 Ekim 2011 Salı
6 Ekim 2011 Perşembe
Yeni yasama dönemi
Yeni yasama dönemi 1 Ekim itibariyle başlamış oldu. 12 Haziran 2011 genel seçimlerinin ardından yeniden şekillenen ve yüzde 95 temsil gücüne sahip olan parlamento, ülkemiz vatandaşlarının sorunlarının tartışılıp, yine bu ülke insanlarının demokratik yollarla seçip meclise gönderdiği temsilcileri tarafından çözüme kavuşturulacak.
Toplum kesimlerinin de beklentisi elbette sorunların meşru çözüm zemini olan Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılması.
Ülkenin dört bir yanındaki vatandaşların sorunları meclisteki temsilcileri vasıtasıyla mevcut yaslar çerçevesinde çözüme kavuşturulacak.
Sorunları çözmede önemli bir yol ise diyalog yolunun açık tutulması olacaktır.
Bizim gibi kalkınmakta olan ülkelerde milletin temsilcilerine, özellikle yürütmeyi temsil eden partinin milletvekillerine daha çok iş düşmekte.
Milletvekillerinin önemli görevlerinden biri de seçmenlerini dinleyip çözüm yolları üretmek.
Bu husus sorunların fazla olduğu bölgeler için daha çok önem taşımakta.
Yıllar öncesindeki milletvekili profili yerini çözüm üreten bir yapıya bırakmış görünüyor.
Şimdi meselelere daha açık ve daha gerçekçi politikalarla yaklaşılmakta. Meselelere o eski sümen altı bakış anlayışıyla yaklaşım geride kaldı.
Millete hizmet elbette daha çok iktidar milletvekillerini ilgilendiriyor…
Gerçi ne kadar çözüm üretilirse üretilsin bunun sonunun gelmeyeceği de ayrı bir gerçek.
Hayat devam ettikçe sorunlar ve sıkıntılarda hayatın bir parçası olarak devam edecektir. Ancak katlanılacak ve katlanması mümkün olmayan sıkıntılar var. Önemli olanın çekilemez olanların bir an evvel bertaraf edilmesi ve diğerlerinin de asgariye düşürülmesi anlayışıyla hareket edilmesi.
Ülkemizi en çok uğraştıran ve aynı zamanda gelişmesini ve huzuru önleyen en önde gelen sorunun terör olması nedeniyle, bu hususta bölge milletvekillerine daha çok iş düşmekte.
Söz konusu bölge insanını terör konusuna karşı bilinçlendirmek ve özellikle içinde bulundukları sorunların ırkçı esaslı bir yaklaşımla değil de, daha gerçekçi bir yaklaşımla çözülebileceğinin öneminin anlatılması görevi milletin temsilcilerine düşmekte.
Tabi bunun yanında sivil toplum kuruluşlarının gerek terör ve gerekse diğer sorunların çözümünde önemli rolleri olacaktır. Şüphesiz terörün olmaması halinde bölge kalkınması hız kazanacak ve bu ölçüde sıkıntılar giderek yok olacaktır.
Ülkemizin yeni yasama döneminin başlamasıyla meclisin önde gelen gündem maddelerinden biri de uzun yıllardır konuşulan yeni bir anayasa hazırlamak olacak.
Yıllardır tartışılan mevcut anayasanın bir an evvel değişmesi artık bir zaruret haline gelmiş. Yerine göre yürütmenin elini kolunu bağlayan maddelerin kaldırılarak ülkemiz ve insanlarının menfaatlerini koruyan ve kollayan maddeleri içeren yeni bir anayasa herkesin beklentisi…
Bu husustaki eksikliği ve sıkıntıyı en çok hisseden ise yürütme olmalı.
Daha demokratik bir anayasa yapmak yürütmenin önündeki engelleri kaldırarak sorunlara daha çabuk ve daha köklü çözüm üretme imkânı sunacak. Taşların yerine oturduğu, her kurumun kendi görev alanı içinde kalarak ve kendi alanındaki gelişmesini teşvik edecek bir anayasa aynı zamanda ülkenin kalkınmasını hızlandıracaktır.
Önemli olanın temel insan haklarını bünyesinde bulunduracak bir anayasanın yürürlüğe girmesi ve uygulama aşamasında toplum vicdanında yara açmayacak bir metni içermesi.
Bizim gibi mozaik bir toplum yapısına sahip olan, ama temel değerlerde ortak bir paydada buluşabilen toplumlar için yapılacak yeni bir anayasada bu özellik göz önünde bulundurulacaktır.
Toplum kesimlerinin de beklentisi elbette sorunların meşru çözüm zemini olan Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılması.
Ülkenin dört bir yanındaki vatandaşların sorunları meclisteki temsilcileri vasıtasıyla mevcut yaslar çerçevesinde çözüme kavuşturulacak.
Sorunları çözmede önemli bir yol ise diyalog yolunun açık tutulması olacaktır.
Bizim gibi kalkınmakta olan ülkelerde milletin temsilcilerine, özellikle yürütmeyi temsil eden partinin milletvekillerine daha çok iş düşmekte.
Milletvekillerinin önemli görevlerinden biri de seçmenlerini dinleyip çözüm yolları üretmek.
Bu husus sorunların fazla olduğu bölgeler için daha çok önem taşımakta.
Yıllar öncesindeki milletvekili profili yerini çözüm üreten bir yapıya bırakmış görünüyor.
Şimdi meselelere daha açık ve daha gerçekçi politikalarla yaklaşılmakta. Meselelere o eski sümen altı bakış anlayışıyla yaklaşım geride kaldı.
Millete hizmet elbette daha çok iktidar milletvekillerini ilgilendiriyor…
Gerçi ne kadar çözüm üretilirse üretilsin bunun sonunun gelmeyeceği de ayrı bir gerçek.
Hayat devam ettikçe sorunlar ve sıkıntılarda hayatın bir parçası olarak devam edecektir. Ancak katlanılacak ve katlanması mümkün olmayan sıkıntılar var. Önemli olanın çekilemez olanların bir an evvel bertaraf edilmesi ve diğerlerinin de asgariye düşürülmesi anlayışıyla hareket edilmesi.
Ülkemizi en çok uğraştıran ve aynı zamanda gelişmesini ve huzuru önleyen en önde gelen sorunun terör olması nedeniyle, bu hususta bölge milletvekillerine daha çok iş düşmekte.
Söz konusu bölge insanını terör konusuna karşı bilinçlendirmek ve özellikle içinde bulundukları sorunların ırkçı esaslı bir yaklaşımla değil de, daha gerçekçi bir yaklaşımla çözülebileceğinin öneminin anlatılması görevi milletin temsilcilerine düşmekte.
Tabi bunun yanında sivil toplum kuruluşlarının gerek terör ve gerekse diğer sorunların çözümünde önemli rolleri olacaktır. Şüphesiz terörün olmaması halinde bölge kalkınması hız kazanacak ve bu ölçüde sıkıntılar giderek yok olacaktır.
Ülkemizin yeni yasama döneminin başlamasıyla meclisin önde gelen gündem maddelerinden biri de uzun yıllardır konuşulan yeni bir anayasa hazırlamak olacak.
Yıllardır tartışılan mevcut anayasanın bir an evvel değişmesi artık bir zaruret haline gelmiş. Yerine göre yürütmenin elini kolunu bağlayan maddelerin kaldırılarak ülkemiz ve insanlarının menfaatlerini koruyan ve kollayan maddeleri içeren yeni bir anayasa herkesin beklentisi…
Bu husustaki eksikliği ve sıkıntıyı en çok hisseden ise yürütme olmalı.
Daha demokratik bir anayasa yapmak yürütmenin önündeki engelleri kaldırarak sorunlara daha çabuk ve daha köklü çözüm üretme imkânı sunacak. Taşların yerine oturduğu, her kurumun kendi görev alanı içinde kalarak ve kendi alanındaki gelişmesini teşvik edecek bir anayasa aynı zamanda ülkenin kalkınmasını hızlandıracaktır.
Önemli olanın temel insan haklarını bünyesinde bulunduracak bir anayasanın yürürlüğe girmesi ve uygulama aşamasında toplum vicdanında yara açmayacak bir metni içermesi.
Bizim gibi mozaik bir toplum yapısına sahip olan, ama temel değerlerde ortak bir paydada buluşabilen toplumlar için yapılacak yeni bir anayasada bu özellik göz önünde bulundurulacaktır.
1 Ekim 2011 Cumartesi
Cem-i zıddeyn muhaldir
Terör, çevreye ezici öfke ve korku hissi salma faaliyeti olarak tanımlanıyor. Çevreye aşırı korku salarak o yörenin insanlarını politik amaçlar için kullanmak.
Çirkin gayelerini gerçekleştirmek amacıyla bunu yaparken vitrinini de insani söylemlerle donatmak.
Dilinden demokrasi ve insan haklarını bırakmazken, elinden de silahı eksik etmemek.
Hiç gereği yokken gereksiz yere düşman kampları oluşturup, ondan sonrada barış ve demokrasi mücadelesi istemek.
Hem demokrasi, barış ve insan hakları kelimelerini dilinden düşürme, hem de her türlü silahla kan akıtmaya devam et.
Bu ne yaman çelişki!
Veciz bir söz var, ‘Cem-i zıddeyn muhaldir.’ Yani iki zıt şey bir arada bulunmaz.
O zaman bu söylemlerin biri göstermelik oluyor. Barıştan yana olanın silahı bırakması gerekir, bırakmadığına göre barış ve demokrasi söylemlerin inandırıcı olmaktan uzak durur.
Bu işte alabildiğine, künhüne varmış bir samimiyetsizlik var. Ya da bu konuda irade kullanımında bir sorun var. Sanki ipler başkasının elindeymiş gibi bir görüntü veriliyor.
Bu şekilde bir organize, bu derece güçlü bir lojistiğe sahip olmak üç beş kişinin bir araya gelmesiyle olamayacağının bir bakıma ispatı oluyor. Demek ki barış konusunda ciddi bir irade ortaya koyulmadığına göre, bu büyük organizasyonun arkasında büyük güçler duruyor…
Yaşananlar bu ülkenin geleceği üzerine kurulmuş çirkin hesapları olanların derin bir organizasyonun ipuçlarını veriyor.
Ta başından beridir bu esas gaye vitrinin arkasında yerini alırken, vitrinde ise cezp edici kelimeler yanıp sönüyor.
İşte son zamanlarda azan terör eylemleri başlangıç yıllarındaki zorlamayla taraftar kazanmak için yapılan eylemleri hatırlatıyor.
Bilindiği gibi, sözde savunuculuğunu yaptığı halkı uğruna eline silahı alarak önüne kim çıkarsa tarayıp geçerek, sindirme hareketi yaparak taraftar toplayan örgüt, konumunu sağlamlaştırdıktan sonra yanında bulduğu kişilere silahını çevirmekten vazgeçmişti. Zorlama ve sindirmeyle bir kabul görme süreci yaşanmıştı.
Ortada fol yok yumurta yokken, durumdan vazife çıkararak kendine görev biçen örgüt birilerini kurtarma çabasına girişerek bu uğurda çok kan dökmüştü.
İşin aslında ise başkalarının ülke üzerinde derin hesapları vardı.
Öyle ya, meselenin kolay tarafı varken durup dururken ortaya atılmanın ne gereği vardı ki. Organize işler varken, kendini açık etmenin bir anlamı da yoktu. Oyun planlamış, oyuncular ve saha belirlenmişti, plancılar ise kapalı tribünlerde maçı seyrediyorlar.
Hazıra konmak dururken, taş atıp da kolunu yormaya ne gerek var.
Fırat cephesini bundan daha kolay almanın yolu olabilir miydi? Çantada keklik misali,
öbür geçe zaten hazır sayılırdı; bu taraftaysa avlanması gereken daha çok keklik vardı…
Dile kolay 30 yıl. Boş yere nice ocaklar söndü, nice hayatlar baharında yok oldu, nice yürekler dağlandı, göz pınarları ağlamaktan kurudu.
Sen istediğin kadar iyi niyetli davran istediğin kadar cömert davran, hoşgörülü davran, öyle bir kin tohumu ekilmişti ki ayrık otu gibi yayılıp kökleşmiş, söküp atmak ise mümkün görünmüyordu. Karşıdaki öyle bir şartlandırılmış ki gözü öldürmekten başka bir şeyi görmez olmuş. İradesinin kendi elinde olamayacağını ve iplerin perde arkasındakinin elinde olduğunu kestirememişti. Başkaları tarafından zincire vurulmuş bir iradenin doğru karar verme imkânı da olamazdı.
Bozuk plak gibi bir taraftan aynı şeyler tekrar edilirken, diğer taraftan eller tetikten düşmüyordu. Zaman zaman biraz merhamet damarı canlanmaya başlasa öldürme güdüsü ağır basarak hemen devreye girmeye başlıyor…
Netice olarak eğer yöre halkının hakları o söylenen demokrasi ve insan hakları çerçevesinde aranmış olsaydı, bölgenin refah seviyesi şu anda bulunduğu şartların çok ötesine geçmiş olacaktı. Bu gerçek, aklı başında olan herkes tarafından kabul ediliyor. Zaten eli silahlı olanlar için yörenin kalkınması, refahı, istihdamı diye bir meselesi yok; onların derdi bağcı dövmek. Bölgenin yüksek kalkınma potansiyelinin atıl kalmasını sağlamak. Kozları kaybetmemek. Yoksa ne demokrasi, ne insan hakları ve ne de barış… Bunlar hedef saptırmak için en güçlü söylemler, çirkin emeller için en önde gelen koruyucu kalkanlar.
Gelinen noktada bölge halkının gerçekleri görüp sağduyu ile teröre karşı koyması ve böylece aydınlık geleceklere kavuşmanın zeminini hazırlamasıdır… O zaman barışa ve insan haklarına tam olarak kavuşulacak, o zaman huzur, kalkınma ve refah gelmiş olacak.
Çirkin gayelerini gerçekleştirmek amacıyla bunu yaparken vitrinini de insani söylemlerle donatmak.
Dilinden demokrasi ve insan haklarını bırakmazken, elinden de silahı eksik etmemek.
Hiç gereği yokken gereksiz yere düşman kampları oluşturup, ondan sonrada barış ve demokrasi mücadelesi istemek.
Hem demokrasi, barış ve insan hakları kelimelerini dilinden düşürme, hem de her türlü silahla kan akıtmaya devam et.
Bu ne yaman çelişki!
Veciz bir söz var, ‘Cem-i zıddeyn muhaldir.’ Yani iki zıt şey bir arada bulunmaz.
O zaman bu söylemlerin biri göstermelik oluyor. Barıştan yana olanın silahı bırakması gerekir, bırakmadığına göre barış ve demokrasi söylemlerin inandırıcı olmaktan uzak durur.
Bu işte alabildiğine, künhüne varmış bir samimiyetsizlik var. Ya da bu konuda irade kullanımında bir sorun var. Sanki ipler başkasının elindeymiş gibi bir görüntü veriliyor.
Bu şekilde bir organize, bu derece güçlü bir lojistiğe sahip olmak üç beş kişinin bir araya gelmesiyle olamayacağının bir bakıma ispatı oluyor. Demek ki barış konusunda ciddi bir irade ortaya koyulmadığına göre, bu büyük organizasyonun arkasında büyük güçler duruyor…
Yaşananlar bu ülkenin geleceği üzerine kurulmuş çirkin hesapları olanların derin bir organizasyonun ipuçlarını veriyor.
Ta başından beridir bu esas gaye vitrinin arkasında yerini alırken, vitrinde ise cezp edici kelimeler yanıp sönüyor.
İşte son zamanlarda azan terör eylemleri başlangıç yıllarındaki zorlamayla taraftar kazanmak için yapılan eylemleri hatırlatıyor.
Bilindiği gibi, sözde savunuculuğunu yaptığı halkı uğruna eline silahı alarak önüne kim çıkarsa tarayıp geçerek, sindirme hareketi yaparak taraftar toplayan örgüt, konumunu sağlamlaştırdıktan sonra yanında bulduğu kişilere silahını çevirmekten vazgeçmişti. Zorlama ve sindirmeyle bir kabul görme süreci yaşanmıştı.
Ortada fol yok yumurta yokken, durumdan vazife çıkararak kendine görev biçen örgüt birilerini kurtarma çabasına girişerek bu uğurda çok kan dökmüştü.
İşin aslında ise başkalarının ülke üzerinde derin hesapları vardı.
Öyle ya, meselenin kolay tarafı varken durup dururken ortaya atılmanın ne gereği vardı ki. Organize işler varken, kendini açık etmenin bir anlamı da yoktu. Oyun planlamış, oyuncular ve saha belirlenmişti, plancılar ise kapalı tribünlerde maçı seyrediyorlar.
Hazıra konmak dururken, taş atıp da kolunu yormaya ne gerek var.
Fırat cephesini bundan daha kolay almanın yolu olabilir miydi? Çantada keklik misali,
öbür geçe zaten hazır sayılırdı; bu taraftaysa avlanması gereken daha çok keklik vardı…
Dile kolay 30 yıl. Boş yere nice ocaklar söndü, nice hayatlar baharında yok oldu, nice yürekler dağlandı, göz pınarları ağlamaktan kurudu.
Sen istediğin kadar iyi niyetli davran istediğin kadar cömert davran, hoşgörülü davran, öyle bir kin tohumu ekilmişti ki ayrık otu gibi yayılıp kökleşmiş, söküp atmak ise mümkün görünmüyordu. Karşıdaki öyle bir şartlandırılmış ki gözü öldürmekten başka bir şeyi görmez olmuş. İradesinin kendi elinde olamayacağını ve iplerin perde arkasındakinin elinde olduğunu kestirememişti. Başkaları tarafından zincire vurulmuş bir iradenin doğru karar verme imkânı da olamazdı.
Bozuk plak gibi bir taraftan aynı şeyler tekrar edilirken, diğer taraftan eller tetikten düşmüyordu. Zaman zaman biraz merhamet damarı canlanmaya başlasa öldürme güdüsü ağır basarak hemen devreye girmeye başlıyor…
Netice olarak eğer yöre halkının hakları o söylenen demokrasi ve insan hakları çerçevesinde aranmış olsaydı, bölgenin refah seviyesi şu anda bulunduğu şartların çok ötesine geçmiş olacaktı. Bu gerçek, aklı başında olan herkes tarafından kabul ediliyor. Zaten eli silahlı olanlar için yörenin kalkınması, refahı, istihdamı diye bir meselesi yok; onların derdi bağcı dövmek. Bölgenin yüksek kalkınma potansiyelinin atıl kalmasını sağlamak. Kozları kaybetmemek. Yoksa ne demokrasi, ne insan hakları ve ne de barış… Bunlar hedef saptırmak için en güçlü söylemler, çirkin emeller için en önde gelen koruyucu kalkanlar.
Gelinen noktada bölge halkının gerçekleri görüp sağduyu ile teröre karşı koyması ve böylece aydınlık geleceklere kavuşmanın zeminini hazırlamasıdır… O zaman barışa ve insan haklarına tam olarak kavuşulacak, o zaman huzur, kalkınma ve refah gelmiş olacak.
19 Eylül 2011 Pazartesi
Küresel karizma
Kişisel ihtiraslar ve yanlış politikaların neticesi olarak, yaklaşık bir yüzyıl önce yedi düvele karşı savaşmak zorunda kalan 600 yıllık cihan devleti olan Osmanlı İmparatorluğu parça parça koparak dağılıyordu.
Ajanlar Osmanlı topraklarında cirit atarak, her türlü bölücülük ve fitne tohumlarını serperek amaçlarına ulaşmışlardı.
Asırlarca birlikte yaşadığımız dini, inancı, kültürü ve tarihi aynı olan geniş bir coğrafyaya yayılan imparatorlukta bulunan milletler sözde bağımsızlık ve hürriyet söylemleri ile Osmanlı baskı ve boyunduruğundan kurtulmak için ayrılmaya teşvik edilmişti.
İmparatorluk parçalanmış, özü ise bugün içinde bulunduğumuz topraklarda kalmıştı. Bir müddet dondurulan ecdadımızdan kalan o öz ve ruh nihayet çözülmeye başladı. Yine mazlumlara el uzatmaya, onları içinde bulundukları zor durumdan kurtarma gayret ve çabası içine girdi. Bunun örneklerini son yıllarda dünyanın çeşitli yerlerinde görmeye başladık…
Daha iyi bir gelecek için bölücü ve fitne oyunlarına gelerek o dönemin parçalanma hareketine önayak olanlar belki de kişisel olarak bile olsa hayallerine ulaşamadılar. Emellerine ulaşanlar ise sömürgeci devletler olmuştu.
Bağımsızlıklarını kazandıklarını sananların her biri birer kapalı toplum olmuş, çoğu sömürgeci ve despot, ya da onların kuklası konumunda olan yöneticilerin idaresinde öncekine göre çok daha kötü duruma düşmüştü. Bağımsızlık teranesiyle onları kandıran güçler geçtiğimiz bir yüzyıl boyunca tabii kaynaklarını sömürmüş ve asıl sahipleri ise sefalet içinde yaşamışlardı.
Dirayetli ve istikrarlı yönetimlerden yoksun olarak yönetilen bu milletlerin yanlarına kalan ise kan ve gözyaşı olmuştu.
Bu onlar için çok pahalı ve telafi edilemez bir tecrübeydi.
Şimdi bu ülkelerin bir bölümünde yeni bir döneme girildi.
Uyanış ve diriliş dönemi başladı, gördükleri baskı ve insanlık dışı döneme son vermek için canları pahasına da olsa bu kötü gidişe dur deme sürecini başlattılar.
Günümüz iletişim teknolojilerinin kendilerine sunduğu imkânları da kullanarak, Tunus’ta yanan demokrasi ve özgürlük ateş bildiğimiz gibi diğer ülkeler olan Mısır’a, Libya’ya ve Suriye’ye de atladı. İlk üç ülke önemli ölçüde giriştikleri mücadelede başarı sağladılar. Dünya gerçeklerin gerisinde kalan Suriye yönetimi ise gördüklerinden ders almaya niyeti olmadan zulmünde direnişe devam ediyor, ama nereye kadar... Zulümle abat olunmayacağına göre kötü akıbete mahkûm olmaktan başka çare görünmüyor, eğer demokratik yollarla uzlaşma yoluna gitmezse.
İşte, Osmanlı tarafından baskı altında tutuldukları gerekçesiyle sözde bağımsızlıklarına kavuşturulmuş olan söz konusu ülkelerin bu gerçeği görmeleri ve ibret almaları gerekiyor.
Bu yaşanılanlar umarız, kaynakları zengin, fakat fakir ve hakir duruma düşen bu ülkelerin insanları için ciddi bir ders olur.
Ülkemizle olan yakınlaşmayı amacından saptırarak, yine tekrar 'Osmanlı baskısı geliyor’ tuzağını oluşturup, bu tip oyunlara gelmemelerini temenni ediyoruz. Çünkü bu baskı aldatması yabancı basında işlenerek gündemde tutulmaya çalışılıyor. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın Kuzey Afrika ziyaretinde yabancı basın Osmanlılık konusunu kenarından köşesinden tutarak gündeme getirmeye çalışmıştı.
Sayın Başbakan Erdoğan’ın ‘Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelere yaptığı geziler bir değişimin, yeni bir dönemin başlangıcı olduğunun işaretini veriyor; hem ülkemiz, hem bölgemiz ve hem de dünya için…
Gezinin bir başka dikkat çeken tarafı ise, karizma ve liderlik vasfının ülkemiz sınırları içinde tescillenen başbakanın, bu geziyle bu vasıfları yabancı basında yer alarak küresel olarak da tescillenmiş oldu. Ustalık dönemi şahlığını göstermeye başlarken, bu arada talandan mal kaçırmaya çalışanların da mat oluşu gözlerden kaçmıyordu.
Temennimiz Arap Bahar’ını yaşayan bu kardeş ülkelerin bir an evvel istikrarlı bir yönetime kavuşmaları.
Ajanlar Osmanlı topraklarında cirit atarak, her türlü bölücülük ve fitne tohumlarını serperek amaçlarına ulaşmışlardı.
Asırlarca birlikte yaşadığımız dini, inancı, kültürü ve tarihi aynı olan geniş bir coğrafyaya yayılan imparatorlukta bulunan milletler sözde bağımsızlık ve hürriyet söylemleri ile Osmanlı baskı ve boyunduruğundan kurtulmak için ayrılmaya teşvik edilmişti.
İmparatorluk parçalanmış, özü ise bugün içinde bulunduğumuz topraklarda kalmıştı. Bir müddet dondurulan ecdadımızdan kalan o öz ve ruh nihayet çözülmeye başladı. Yine mazlumlara el uzatmaya, onları içinde bulundukları zor durumdan kurtarma gayret ve çabası içine girdi. Bunun örneklerini son yıllarda dünyanın çeşitli yerlerinde görmeye başladık…
Daha iyi bir gelecek için bölücü ve fitne oyunlarına gelerek o dönemin parçalanma hareketine önayak olanlar belki de kişisel olarak bile olsa hayallerine ulaşamadılar. Emellerine ulaşanlar ise sömürgeci devletler olmuştu.
Bağımsızlıklarını kazandıklarını sananların her biri birer kapalı toplum olmuş, çoğu sömürgeci ve despot, ya da onların kuklası konumunda olan yöneticilerin idaresinde öncekine göre çok daha kötü duruma düşmüştü. Bağımsızlık teranesiyle onları kandıran güçler geçtiğimiz bir yüzyıl boyunca tabii kaynaklarını sömürmüş ve asıl sahipleri ise sefalet içinde yaşamışlardı.
Dirayetli ve istikrarlı yönetimlerden yoksun olarak yönetilen bu milletlerin yanlarına kalan ise kan ve gözyaşı olmuştu.
Bu onlar için çok pahalı ve telafi edilemez bir tecrübeydi.
Şimdi bu ülkelerin bir bölümünde yeni bir döneme girildi.
Uyanış ve diriliş dönemi başladı, gördükleri baskı ve insanlık dışı döneme son vermek için canları pahasına da olsa bu kötü gidişe dur deme sürecini başlattılar.
Günümüz iletişim teknolojilerinin kendilerine sunduğu imkânları da kullanarak, Tunus’ta yanan demokrasi ve özgürlük ateş bildiğimiz gibi diğer ülkeler olan Mısır’a, Libya’ya ve Suriye’ye de atladı. İlk üç ülke önemli ölçüde giriştikleri mücadelede başarı sağladılar. Dünya gerçeklerin gerisinde kalan Suriye yönetimi ise gördüklerinden ders almaya niyeti olmadan zulmünde direnişe devam ediyor, ama nereye kadar... Zulümle abat olunmayacağına göre kötü akıbete mahkûm olmaktan başka çare görünmüyor, eğer demokratik yollarla uzlaşma yoluna gitmezse.
İşte, Osmanlı tarafından baskı altında tutuldukları gerekçesiyle sözde bağımsızlıklarına kavuşturulmuş olan söz konusu ülkelerin bu gerçeği görmeleri ve ibret almaları gerekiyor.
Bu yaşanılanlar umarız, kaynakları zengin, fakat fakir ve hakir duruma düşen bu ülkelerin insanları için ciddi bir ders olur.
Ülkemizle olan yakınlaşmayı amacından saptırarak, yine tekrar 'Osmanlı baskısı geliyor’ tuzağını oluşturup, bu tip oyunlara gelmemelerini temenni ediyoruz. Çünkü bu baskı aldatması yabancı basında işlenerek gündemde tutulmaya çalışılıyor. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın Kuzey Afrika ziyaretinde yabancı basın Osmanlılık konusunu kenarından köşesinden tutarak gündeme getirmeye çalışmıştı.
Sayın Başbakan Erdoğan’ın ‘Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelere yaptığı geziler bir değişimin, yeni bir dönemin başlangıcı olduğunun işaretini veriyor; hem ülkemiz, hem bölgemiz ve hem de dünya için…
Gezinin bir başka dikkat çeken tarafı ise, karizma ve liderlik vasfının ülkemiz sınırları içinde tescillenen başbakanın, bu geziyle bu vasıfları yabancı basında yer alarak küresel olarak da tescillenmiş oldu. Ustalık dönemi şahlığını göstermeye başlarken, bu arada talandan mal kaçırmaya çalışanların da mat oluşu gözlerden kaçmıyordu.
Temennimiz Arap Bahar’ını yaşayan bu kardeş ülkelerin bir an evvel istikrarlı bir yönetime kavuşmaları.
13 Eylül 2011 Salı
Niyet hayır, akıbet hayır!
Tarım alanında ede ettiği tecrübelerini sanayi alanına taşıyan Gaziantep, Kurtuluş Savaşında yazmış olduğu kahramanlık destanını ekonomik savaşta da yazıyor.
Gaziantepliler ruhlarında taşıdıkları mücadeleci yapılarını ekonomik alana aktararak iş yaşantılarında da örnek gösterilecek bir başarıya imza atmışlar, atmaya devam ediyorlar.
Bu girişimcilik ruhu Gaziantep’i Güneydoğu bölgemizin önde gelen illerinden biri yapmış.
Sadece bölgesinde değil ülke genelinde tarımsal ve sanayi üretimi ile öne çıkarak hem bölgesine ve hem de ülke ekonomisine katkıda bulunuyor. Bugüne kadar anlamsız konulara şartlanıp kalmamış ve yan gelip yatarak her şeyi devletten bekleme saplantısına kilitlenip kalmamış.
Antepli yapısındaki girişimcilik meziyetiyle sahip olduğu kalkınma dinamiklerini harekete geçirmesini bilmiş.
Ekonominin temel kuralı olan kaynakların verimli kullanılması prensibinden hareketle kalkınma ve gelişme potansiyellerini harekete geçirmeyi bilmiş.
Eldekilerle nelerin yapılacağını iyi hesap etmiş doğru karar ve doğru yatırımlar yaparak her geçen yıl üretim ve ihracatını artırmış. Yatırımlarını sadece il sınırları içinde tutmamış, ülkeye yaydığı gibi sınırları aşarak ülke dışına taşıma başarısını göstermiş.
Ülke içinde özellikle ev tekstili, halı ve mobilya alanında yaptığı yatırımlar ve ürettiği ürünlerle Türkiye’deki tüketicilerin beğenisini kazandığı gibi, yurt dışına açılarak küresel tüketicilerin de ihtiyacına cevap verecek üretimler yapmış. Yatırımcı ve işletmeci ruhunu geliştirerek yatırımlarını ülke dışına taşımış.
Sanki ‘Niyet hayır, akıbet hayır’ özdeyişini kendisine prensip edinmiş gibi; bu kıymetli prensip ise vatandaşlarına ve ülkesine yararlı işlerin yapılmasına neden olmuş.
Anlamsız takıntıları kendine rehber edinmemiş. Kafasını kof ve kısır düşüncelerle doldurup meşgul etmemiş. Enerjisini vatanını, vatandaşını, ülkesini seven olarak faydalı şeylere harcamış.
Gaziantepli işadamları bu üretken, yararlı düşüncelerini, birikimlerini özellikle komşu illere de aktarmalılar. Hatta bu konuda seminerler vermeliler. Komşu illerdeki sanayi ve ticaret odalarıyla ortaklaşa düzenleyecekleri konferans, seminer ve panellerle bu illerdeki atıl durumda bulunan kalkınma potansiyellerini harekete geçirme konusunda öncülük etmeliler.
“Bakın biz anlamsız fikir ve saplantılarla yıllarımızı boşa geçirmedik, bu ülkeye, millete, bu vatana sevecen düşünce ve faaliyetlerle hareket ettik. Mevcut anayasa, kanunlar bize hangi hakları tanıdıysa ülke sınırları içinde olan herkese aynı hakları tanıyor. Farklılık bizim bakış açımızda, farklılık enerjimizi faydalı ve yararlı işlerde kullanmakta; zararın neresinden dönerseniz kardır. Sizi yanlış şekilde şartlandıranları kulak asmayın, bugüne kadar hem kendinize ve hem de ülkeye yazık ettiniz. Bunca zaman boşa gitti, heba oldu. Artık gerçekleri görme zamanıdır, gafletten uyanma zamanıdır.” diyerek yanlış saplantıları olanlara önemli bir hatırlatmada bulunmalılar.
Zaten içine düşmüş oldukları tuzağın kimler tarafından hazırlandığı ve bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kimlerin ekmeğine yağ süreceğini anlamaları zamanının gelip geçtiğini görmeleri gerekiyor. Yeter ki bazı saplantılardan uzaklaşsınlar.
Gaziantepliler ruhlarında taşıdıkları mücadeleci yapılarını ekonomik alana aktararak iş yaşantılarında da örnek gösterilecek bir başarıya imza atmışlar, atmaya devam ediyorlar.
Bu girişimcilik ruhu Gaziantep’i Güneydoğu bölgemizin önde gelen illerinden biri yapmış.
Sadece bölgesinde değil ülke genelinde tarımsal ve sanayi üretimi ile öne çıkarak hem bölgesine ve hem de ülke ekonomisine katkıda bulunuyor. Bugüne kadar anlamsız konulara şartlanıp kalmamış ve yan gelip yatarak her şeyi devletten bekleme saplantısına kilitlenip kalmamış.
Antepli yapısındaki girişimcilik meziyetiyle sahip olduğu kalkınma dinamiklerini harekete geçirmesini bilmiş.
Ekonominin temel kuralı olan kaynakların verimli kullanılması prensibinden hareketle kalkınma ve gelişme potansiyellerini harekete geçirmeyi bilmiş.
Eldekilerle nelerin yapılacağını iyi hesap etmiş doğru karar ve doğru yatırımlar yaparak her geçen yıl üretim ve ihracatını artırmış. Yatırımlarını sadece il sınırları içinde tutmamış, ülkeye yaydığı gibi sınırları aşarak ülke dışına taşıma başarısını göstermiş.
Ülke içinde özellikle ev tekstili, halı ve mobilya alanında yaptığı yatırımlar ve ürettiği ürünlerle Türkiye’deki tüketicilerin beğenisini kazandığı gibi, yurt dışına açılarak küresel tüketicilerin de ihtiyacına cevap verecek üretimler yapmış. Yatırımcı ve işletmeci ruhunu geliştirerek yatırımlarını ülke dışına taşımış.
Sanki ‘Niyet hayır, akıbet hayır’ özdeyişini kendisine prensip edinmiş gibi; bu kıymetli prensip ise vatandaşlarına ve ülkesine yararlı işlerin yapılmasına neden olmuş.
Anlamsız takıntıları kendine rehber edinmemiş. Kafasını kof ve kısır düşüncelerle doldurup meşgul etmemiş. Enerjisini vatanını, vatandaşını, ülkesini seven olarak faydalı şeylere harcamış.
Gaziantepli işadamları bu üretken, yararlı düşüncelerini, birikimlerini özellikle komşu illere de aktarmalılar. Hatta bu konuda seminerler vermeliler. Komşu illerdeki sanayi ve ticaret odalarıyla ortaklaşa düzenleyecekleri konferans, seminer ve panellerle bu illerdeki atıl durumda bulunan kalkınma potansiyellerini harekete geçirme konusunda öncülük etmeliler.
“Bakın biz anlamsız fikir ve saplantılarla yıllarımızı boşa geçirmedik, bu ülkeye, millete, bu vatana sevecen düşünce ve faaliyetlerle hareket ettik. Mevcut anayasa, kanunlar bize hangi hakları tanıdıysa ülke sınırları içinde olan herkese aynı hakları tanıyor. Farklılık bizim bakış açımızda, farklılık enerjimizi faydalı ve yararlı işlerde kullanmakta; zararın neresinden dönerseniz kardır. Sizi yanlış şekilde şartlandıranları kulak asmayın, bugüne kadar hem kendinize ve hem de ülkeye yazık ettiniz. Bunca zaman boşa gitti, heba oldu. Artık gerçekleri görme zamanıdır, gafletten uyanma zamanıdır.” diyerek yanlış saplantıları olanlara önemli bir hatırlatmada bulunmalılar.
Zaten içine düşmüş oldukları tuzağın kimler tarafından hazırlandığı ve bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kimlerin ekmeğine yağ süreceğini anlamaları zamanının gelip geçtiğini görmeleri gerekiyor. Yeter ki bazı saplantılardan uzaklaşsınlar.
9 Eylül 2011 Cuma
Sınır tanımaz şımarıklık
Hani şu mahalle aralarında oyuncak tabancalarla mantar patlatan çocuklar var ya! Özellikle bayram günlerinde eğlenmek amacıyla oyuncak tabancalarını patlatıp dururlar.
Bayram çocuklarının bu oyunları bazen de tehlikeli sonuçlara yol açmıyor değil. Çocuk aklı… Biraz da şımarıklık buna eklenince çocuk haklı duruma gelebiliyor.
Bu oyuncak tabancasından mahrum olanlar da vardır; masum masum bakarak içlerinden keşkeler çekerler. Bu acı keşkeleri en iyi bilen ve yaşayanlar ise Filistinli çocuklar. Çünkü onların hayatları oyuncak değil de gerçek silahların hedefinde geçiyor, kurtulabilirlerse...
Çocukların şımarığı olduğu gibi devletlerin de şımarık olanları var. Onların büyükleri de onları şımartıyor. Fakat tehlikenin büyüğü de işte bu noktada başlıyor. Bu şımarık devletlerin masumane niyetlerle yüklü şımarık çocuklardan can alıcı farkı ise oyunlarını son teknolojik silahlarla oynamaları. Şakalarının olmayışı, silahlarının uzak yakın demeden her hedefi vurma özelliğine sahip olması.
Nasıl olsa kimsenin bir şey dediği yok. Çoluk çocuk, büyük küçük demeden rastgele ateş etme şımarıklığını kendilerini verilmiş bir ayrıcalık olarak görüyorlar. Duvar diplerine, köşelere sıkıştırılmış savunmasız çocuklar anne ve babalarının gözleri önlerinde birer birer kurşuna diziliyor.
Büyükleri,”bana bak bir daha yaparsan kulağını çekerim” ikazını yapar yapmasına ama bu şımarık çocuk kısa zaman sonra gene bildiğini okumaya devam eder. Büyüklerinin hoşgörüsünün sınırsız olduğunu bilir. Sınır tanımaz şımarıklık sınırsız hoşgörüden ileri geliyor.
Önüne geleni elinde tutuğu silahı ile gözünü kırpmadan ölüme gönderen bu şımarık çocuk hedefinde kim varsa; ister bebek, isterse çocuk; genç-yaşlı, kadın-erkek demeden savunmasız olan bu insanları yıllardır kendi öz topraklarında sürekli olarak öldürerek işgal ettiği toprakların asırlardır sahibi olan öz evlatlarına parya muamelesi yapıyor.
60 yıldır Filistin toprakları işgal altında kalbura çevrilmiş, Filistin halkı yerlerinden yurtlarından edilmiş, sürekli kan, gözyaşı ve göç... yaşantılarının tabii bir parçası olmuş.
Bu zavallı insanlar en ileri teknolojik silahlarla donatılmış düzenli ordulara karşı en ilkel silahlarla Birleşmiş Milletler insan hakları bildirgesinde yer alan en tabii hakları olan canlarını korumaya çalıştıkları zaman ise karşı tarafa gün doğmuş oluyor. Fırsat bu fırsattır anlayışıyla bu savunmasız zavallı insanları saldırgan olarak nitelendirip saldırılarının dozunu daha da artırıyor. Açıkçası karşısındakine öz vatan topraklarında yaşama hakkı tanımıyor. Bugüne kadar “Ya öleceksin ya öleceksin” prensibiyle işgal ve yok etme anlayışını sürdürmüş.
İşte altmış yıldır her türlü yok etme planını uygulayarak açık hava hapishanesine çevirdiği Gazze’ye ve ölüme mahkûm ettiği Gazzelilere insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine baskın yaparak 8’i Türk, 1’i Türk-Amerikan vatandaşı olmak üzere 9 kişinin haksız yere ölümüne neden olan İsrail hükümeti özür dilememe ve yine bu husustaki Türk hükümetinin diğer yasal taleplerini yerine getirmemek için direniyor.
Nereye kadar mı? Meydanı boş bulursa nihai hedefine ulaşıncaya kadar... O nihai hedef ise kendi ifadelerine göre bir tarafta Nil bir tarafta Fırat.
İşin bir başka çarpıcı tarafıysa yıllardır ülkemizin bir bölümünde yaşadığımız terör olaylarının uygulama şekliyle söz konusu devletin Filistinli vatandaşlara uyguladıklarının ne kadar çok birbirine benzer ve örtüşüyor olması.
Temennimiz insan haklarını sadece kendi insanları için var sayan bu devletin, bu hakkın bütün insanlar için aynı ölçekte geçerli olduğunu kabullenebilmesi.
Bayram çocuklarının bu oyunları bazen de tehlikeli sonuçlara yol açmıyor değil. Çocuk aklı… Biraz da şımarıklık buna eklenince çocuk haklı duruma gelebiliyor.
Bu oyuncak tabancasından mahrum olanlar da vardır; masum masum bakarak içlerinden keşkeler çekerler. Bu acı keşkeleri en iyi bilen ve yaşayanlar ise Filistinli çocuklar. Çünkü onların hayatları oyuncak değil de gerçek silahların hedefinde geçiyor, kurtulabilirlerse...
Çocukların şımarığı olduğu gibi devletlerin de şımarık olanları var. Onların büyükleri de onları şımartıyor. Fakat tehlikenin büyüğü de işte bu noktada başlıyor. Bu şımarık devletlerin masumane niyetlerle yüklü şımarık çocuklardan can alıcı farkı ise oyunlarını son teknolojik silahlarla oynamaları. Şakalarının olmayışı, silahlarının uzak yakın demeden her hedefi vurma özelliğine sahip olması.
Nasıl olsa kimsenin bir şey dediği yok. Çoluk çocuk, büyük küçük demeden rastgele ateş etme şımarıklığını kendilerini verilmiş bir ayrıcalık olarak görüyorlar. Duvar diplerine, köşelere sıkıştırılmış savunmasız çocuklar anne ve babalarının gözleri önlerinde birer birer kurşuna diziliyor.
Büyükleri,”bana bak bir daha yaparsan kulağını çekerim” ikazını yapar yapmasına ama bu şımarık çocuk kısa zaman sonra gene bildiğini okumaya devam eder. Büyüklerinin hoşgörüsünün sınırsız olduğunu bilir. Sınır tanımaz şımarıklık sınırsız hoşgörüden ileri geliyor.
Önüne geleni elinde tutuğu silahı ile gözünü kırpmadan ölüme gönderen bu şımarık çocuk hedefinde kim varsa; ister bebek, isterse çocuk; genç-yaşlı, kadın-erkek demeden savunmasız olan bu insanları yıllardır kendi öz topraklarında sürekli olarak öldürerek işgal ettiği toprakların asırlardır sahibi olan öz evlatlarına parya muamelesi yapıyor.
60 yıldır Filistin toprakları işgal altında kalbura çevrilmiş, Filistin halkı yerlerinden yurtlarından edilmiş, sürekli kan, gözyaşı ve göç... yaşantılarının tabii bir parçası olmuş.
Bu zavallı insanlar en ileri teknolojik silahlarla donatılmış düzenli ordulara karşı en ilkel silahlarla Birleşmiş Milletler insan hakları bildirgesinde yer alan en tabii hakları olan canlarını korumaya çalıştıkları zaman ise karşı tarafa gün doğmuş oluyor. Fırsat bu fırsattır anlayışıyla bu savunmasız zavallı insanları saldırgan olarak nitelendirip saldırılarının dozunu daha da artırıyor. Açıkçası karşısındakine öz vatan topraklarında yaşama hakkı tanımıyor. Bugüne kadar “Ya öleceksin ya öleceksin” prensibiyle işgal ve yok etme anlayışını sürdürmüş.
İşte altmış yıldır her türlü yok etme planını uygulayarak açık hava hapishanesine çevirdiği Gazze’ye ve ölüme mahkûm ettiği Gazzelilere insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine baskın yaparak 8’i Türk, 1’i Türk-Amerikan vatandaşı olmak üzere 9 kişinin haksız yere ölümüne neden olan İsrail hükümeti özür dilememe ve yine bu husustaki Türk hükümetinin diğer yasal taleplerini yerine getirmemek için direniyor.
Nereye kadar mı? Meydanı boş bulursa nihai hedefine ulaşıncaya kadar... O nihai hedef ise kendi ifadelerine göre bir tarafta Nil bir tarafta Fırat.
İşin bir başka çarpıcı tarafıysa yıllardır ülkemizin bir bölümünde yaşadığımız terör olaylarının uygulama şekliyle söz konusu devletin Filistinli vatandaşlara uyguladıklarının ne kadar çok birbirine benzer ve örtüşüyor olması.
Temennimiz insan haklarını sadece kendi insanları için var sayan bu devletin, bu hakkın bütün insanlar için aynı ölçekte geçerli olduğunu kabullenebilmesi.
26 Ağustos 2011 Cuma
Operasyon ülkeyi kangrene dönüştürür
Uzun yıllardır ülkemizi meşgul eden terör görünen o ki sadece bu işten nemalanan belli, küçük bir azınlığın işine yaramıştır. Bu yol meşru olan yasal yollardan menfaat sağlama kapasite, güç ve yeteneğine sahip olmayanların tercihi olmuş.
Akla gelen ilk soru ise, nasıl doğdu bu terör hareketi?
Bu soruyu irdelediğimizde meselenin bugünkü hale gelişinin uzun bir geçmişi olduğu ve bu sürecin terör eylemlerinin başladığı tarihe kadar bilinçli veya bilinçsiz olarak günümüzdeki sonuçlarıyla karşı karşıya kalmamız için planlandığı izlenimi var.
Bu işin çıkış noktası olan birkaç temel noktaya baktığımızda, kalkınmanın ve dolayısıyla istihdamın yeterli olmaması. Yani işin temelinde yatan problem ekonomik olarak görünüyor. Bir başka neden ise sistemli olarak yozlaştırma.
Başlangıç tarihini esas alırsak ekonomik sıkıntıların ülkemizin başka bölgelerinde de var olduğunu görüyoruz. Oran olarak farklılık gösterebilir.
Bölge insanını teröre iten bir başka itici güç ise 12 eylül döneminde uygulanan insanlık dışı işkenceler, sosyal ve psikolojik baskılar… Belki de işin bu yönü meselenin tuzu biberi olmuş. Bütün bu olumsuzluklar sanki bugün içinde bulunduğumuz ortamın oluşması için yapılmış.
İşte belki de bu hazır altyapıyı görenler bu ortamı ve malzemeleri kullanarak ve kendilerine terörü yaşam biçimi seçenlerin de sisteme entegre olmasıyla terörün günümüze kadar gelmesine neden oldu. Arkasında ise telafi edilmez kayıplar bırakarak…
Hakları savunmada demokratik yolları değil de, direkt olarak terörü araç olarak kullanmaları ise aslında bu işteki samimiyetsizliğin en önemli göstergesi. Maksat sanki ‘üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek’ ten başka bir şey değilmiş intibaını veriyor.
Terör örgütünün insanlık dışı baskınları ve yok yere suçsuz insanların hayatını kaybetmesi, bölge insanı üzerinde baskı kurarak taraftar kazanma çabaları da bu işteki samimiyetsizliğin en bariz göstergesi.
Bir başka husus ise beyin yıkama faaliyetleri. Sıcak savaşla beraber psikolojik ve soğuk savaş da başlatılmış.
Başkalaştırma, ayrıştırma, yabancılaştırma ve ötekileştirme süreci sistemli bir şeklide yapılmış. 30 yıldır beyinler yıkanıyor. 30 yıldır temel insan haklarından uzak ırkçı bir hareket bütün yönleriyle devam ediyor. Başlangıçta ırkçılık söylemi ve şuuru bu boyutta değilken bugün mesele sadece ırkçılık üzerine oturtulmuş. Her eylemin ardından işin sempatizanları ırkçılığa dayalı haklar meselesine odaklanıyor. Gösterilmek ve özellikle dışarıya verilmek istenen mesaj hedef saptırıp tek konuyu öne çıkarıp bu şeklide gerek ülke ve gerekse dünya kamuoyunda haklı konuma gelmek.
Bütün bu nahoş gelişmeler etle tırnak gibi birleşmiş bir toplum yapısına sahip olan bu ülke insanlarını özerklik veya benzeri oluşumların tuzağına düşürerek sinsi parçalanma planlarının uygulamaya konulmasını hatırlatıyor.
İstenilen hakların temel insani hakları ile ilgili kısmına denilecek bir şey yok.
Ancak anadilde eğitim konusunun birkaç nesil sonra doğuracağı ağır sonuçları bugünden görmemek mümkün değil, bu ülkemiz adına telafi edilemez yaralar açabilir.
Hakları tamamen bir ırkçılık anlayışı üzerine oturtmanın meydana getireceği onarılamaz sonuçlarını derinden derine düşünmek lazım.
Bu insanların ortak resmi dili Türkçe değil mi? Bu vatan sınırları içindeki bütün mahalli diller ülkenin her yöresinde konuşulmuyor mu?
O zaman bunların hepsine ana dilde eğitim verilmesi mi gerekir?
Bölgede sorunun tek çözüm yolu ağırlıklı olarak ırkçılık üzerine kurulmuş gibi görünüyor. Sanki dil konusu halledilince sihirli değnek gibi bütün sorunlar kendiliğinden çözülmüş olacak. Bir anda yöre insanı refah ve huzura kavuşacak gibi bir izlenim veriliyor ki mümkün değil.
Bu işe önayak olanlar başta olmak üzere bölge insanı da uzun yıllardır bu konuya şartlandırılmak isteniyor.
Hep söylendiği gibi asırlardır birlikte yaşamış dili de, kültürü de aynı, en önemlisi de aynı dinin ve tarihin sahipleri olarak bu ülke toprakları üzerinde operasyon heveslisi olmanın hiç kimseye faydası olmayacağı gerçeği gözden uzak tutuluyor.
Aklı başında olan ve ülke bütünlüğünden, birlik beraberliğinden yana olan hiç kimsenin böyle bir operasyona rıza göstermesi düşünülemez. Bir an için bunun olacağını ve doğuracağı sonuçları düşündüğümüzde, böyle bir operasyonun neticesi ancak ve ancak kangrenden başka bir şeye dönüşmeyecektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)