8 Eylül 2015 Salı

İtibarsızlaştırma ya da gözden düşürme

 

 
Tarihimizin yaklaşık son bir asırlık dönemine baktığımızda sultam 2. Abdülhamit Han’ın şahsına yapılan saldırılardan günümüze kadar bir çirkin propagandanın devam ettiğini görüyoruz.

Mesele bazı elitlerin menfaati olunca bu çirkin karalama propagandası hemen devreye alınarak, özellikle basın yoluyla gerçekler tersyüz ediliyor.

Hak ve hukuk tanımaz belli bir güruh bu hain ve çirkin propagandayı, ülkenin ve çoğunluğun menfaatlerini bir taraf iterek kendilerine menfaat sağlamak amacıyla kullanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğunu 30 yıl idare eden, yaptığı yatırımlarla imparatorluk coğrafyasında ilerleme sağlayan Sultan II. Abdülhamit Han yıpratılmak amacıyla itibarsızlaştırmaya tabi tutulmuş, şahsına ‘Kızıl Sultan’ yaftası yapıştırılarak haksız yere bu sıfatla anılmasına ortam hazırlanmış.

Değişmeyen oyun kuralıyla iç ve dış hainler elbirliği yaparak, hak-hukuk tanımadan Sultan hakkında karalama kampanyası başlatılmıştı.

Netice olarak İttihatçılar hain emellerini gerçekleştirerek hileyle Sultanı makamından almışlardı.

Sonrasında ise İttihatçılar imparatorluğu savaşlara sokarak İmparatorluğun parçalanmasının müsebbibi olmuşlardı.

İşte o parçalanmadan sonra maalesef bölgemizde geçen bir asırlık zamana rağmen taşlar hala yerine oturmadı. Çünkü haksız ve suni bir bölünmeydi.

İmparatorluktan ayrılarak birer devlet haline gelemeye çalışan şimdiki komşularımız bir türlü huzur, güven ve istikrarlı bir yapıya kavuşamadılar.

İmparatorluk sonrası Cumhuriyet döneminde ise itibarsızlaştırma ve yıpratma kampanyasının en acı örneklerinden ilkine ise 1950 yılında milletin büyük çoğunluğunun tercihi ile iktidara gelen merhum Adnan Menderes’te görüyoruz.

Merhum başbakan hakkında yapılan iftiralar ve karalamalar biliniyor.

Ülkesini ve dinin seven kollayan bu başbakan yine aynı usul ve karalama yoluyla bir itibarsızlaştırma kampanyasına tabi tutulmuştu.

İşlenen tezvirat, karalama kampanyası neticesinde Merhum Menderes malum 27 mayıs ihtilali ile görevden alınmış halk iradesi gasp edilmişti.

Kin, nefret ve ‘istemezükçü’ güruhu bununla kalmayarak göstermelik ve mesnetsiz bir yargılama usulüyle dönemin başbakanını idam ederek çirkin emellerine ulaşmışlardı.

Sonrasında ülkesini seven bir başka lider sahneye çıkmıştı, merhum Turgut Özal iktidara geldiğinde radikal değişiklikler yaparak ülkeye çağ atlatacak yatırımlara imza atmıştı.

O da kendini bu milletin çoğunluğuna sevdirmiş, ne yazık ki kendi ve çoluk çocuğu bir yıpratılma kampanyasına tabi tutulmuştu.

Erken denilen bir yaşta, kafalarda soru işaretleri oluşturacak bir şekilde ani bir ölümle hayatını yitirdi.

Gerek II. Abdülhamit ve gerekse Cumhuriyet dönemi liderleri merhum Menderes ve 8. Cumhurbaşkanı merhum Özal’ın ortak yönleri ülkelerine ve bu milletin milli ve manevi değerlerine bağlı kalmak, saymak ve kollamaktı; dış güçlere boyun eğmemekti.

Ülke kalkınması ve gelişmesi için gerekli fedakârlığı göstermekti.

Belli bir azınlık için eksik tarafları neydi?

Toplum katmanları arasında fark gözetmemek, hizmeti her kesime eşit bir şekilde götürmek hedefini gaye edinmiş olmalarıydı.

Bu liderlerin dönemine baktığımızda ülkemizde kalkınma hamleleri yapıldığı, millet refahında ilerleme olduğunu görüyoruz.

Ülkemizin itibarını içerde ve dışarda yükselttiklerini görüyoruz.

Bu liderler başarılarını liderlik karizmaları yanında aynı zamanda tek başına iktidar olmalarıyla sağlamışlardı.

Ülkemiz merhum Özal sonrası 3 kasım 2002 yılına gelinceye kadar koalisyonlarla idare edildi.

O yıllar aynı zamanda kriz yıllarıydı…

3 kasım 2002 tarihi ülkemizde yeni bir dönemim başlangıcı oldu.

Bu tarihte şimdiki Cumhurbaşkanımız, Sayın Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde iktidara gelen Ak Parti hükümetleri günümüze kadar büyük işler yaptı. Ekonomik krizi alt edilerek ülkemiz büyük yatırımlara sahne oldu, refah seviyesi yükseldi.

Bu yatırımlar içerden ve dışardan karşılaşılan önemli zorluklara rağmen yapıldı ve bu büyük projelerin bir bölümünün yapımı devam ediyor.

Bu güçlenme, kalkınma hamlesini ve dış güçlere boyun eğmemeyi hazmedemeyen gerek iç ve gerekse dış düşmanlar ellerinde bulunan ne kadar araç varsa her fırsatta bunları kullanarak yine o bildik yalan ve aldatma sanatıyla amansız bir yıpratma kampanyasını sürdürdüklerine şahit oluyoruz.

Bu defa temennimiz bu hain güruhun bu çirkin emellerinde başarılı olmamalarıdır.

4 Eylül 2015 Cuma

Uluslararası toplumun timsah gözyaşları


 

 
Suriye yönetiminin zulmünden kaçmak isteyen ailenin boğularak hayatını yitiren 3 yaşındaki yavrunun dünya medyasına konu olması belki küllenmiş vicdanların yeniden hayat bulmasına vesile olur.

Suriye’deki vahşet yeni değil, tam 4,5 yıldır devam ediyor. Nice çocuklar vahşi bir şekilde hayatını kaybetti!

Hür dünya da bu vahşeti bugüne kadar seyir etti, seyretmeye devam ediyor!

Eften püften sözlerle bu vahşeti bugüne kadar geçiştirdi, bu insanlık dramının günümüzdeki boyutlarına ulaşmasının asıl sebebi de bu anlayıştır.

Bu yavrunun hazin bir şekilde hayatını kaybetmesi ilk değil, bugüne kadar Suriyeliler dünyanın gözü önünde 300 bin civarında kayıp vermişler.

Bu kayıplar sıradan bir şekilde değil, kendi öz vatanlarında kendi ülkelerinin zalim yöneticileri tarafından uygulanan sistematik bir işkence ve vahşetin neticesidir.

Her türlü insan hakları ihlal edilerek 4,5 yıldır insanlık suçu işleniyor.

Uluslararası toplum, Birleşmiş Milletler güvenlik konseyi ve diğer uluslararası toplum kuruluşları bu vahşete sessiz kalarak ilgisiz kalmışlardır.

Bu son olayda nedense dünya bu vahşeti biraz hatırlamaya başladı.

Bu katliamın asıl sorumlusunu gene de sorgulayan yok.

Bir ülke yerle bir olmuş, milyonlarca insan yurdunu terk etmiş, büyük bir bölümü ağırlıklı olarak ülkemiz olmak, üzere komşu ülkelere sığınarak Suriye’deki zalim yönetimden canlarını kurtarmışlar.

Başta bu ülkenin yönetimi olmak üzere bu vahşete sessiz kalan diğer uluslararası kuruluşlardır.

Bu vahşeti durdurmak için çaba gösterilmemiş, oyalama taktiği masum yüzbinleri ölüme göndermiş, aileler parçalanmış, milyonlar ülkesini terk etmiş.

Bu ülkenin mazlum insanları bunca mağduriyete rağmen hala çözüm bekliyor.

Asıl suçlular belliyken bir kısım medya bu suçu mugalata sanatıyla başkalarına atmaya çalışıyor.

Bu anlayış aynı zamanda gerçek suçluyu kollama ve saklama manasına gelmez mi?

Bu aynı zamanda toplumsal hafızayla, toplumsal akılla alay etmek olmaz mı?

Bu anlayış aynı zamanda hukuku ve insani değerleri istismar etmek manasına gelmez mi?

BM'nin bu hususta birçok raporu varken, Suriye’de uluslararası hukuka göre suç işlemiş bir yönetim varken, bu zalim yönetime toz kondurmayan anlayışın suç ve cezadan bahsetmesi anlamsız olmaz mı?

Asıl suçluyu koruyup cezayı başkasına kesmek nasıl bir hak ve hukuk anlayışı olur?

Yıllardır rejimin baskı ve zulmü altında vahşete kurban olan savunmasız insanları kendi öfkesine, çirkin emellerine alet etmekse ne insanlık ve ne de insan haklarıyla ilişkilendirilemez!

Bu kolaycı anlayış ve hedef saptırma bu insanları istismar etmekten başka bir amaç taşımamaktadır.

Batılı liderlerin timsah gözyaşları dökmeleri bu insanlık dramını çözmeye yetmez, çözümün adresi belli.

Çözüm BM’nin güvenlik konseyinin derhal harekete geçip üstüne düşeni yapması, uluslararası hukuku çalıştırmasından geçiyor.

Yoksa "bataklığı kurutmak yerine sivrisinekleri öldürme anlayışı" ile bu insanlık problemine kalıcı bir çözüm getirilemez!

3 Eylül 2015 Perşembe

Terörü ekmek kapısı yapanlar!

 

 

Birleşmiş Milletlerin yaklaşan 70. Genel kuruluna gerek İslam ülkeleri ve gerekse 5+1’in dışında kalan ülkelerin temsilcileri çok iyi bir hazırlık ve gündemle gitmesi gerekiyor, dünyada yaşanan vahşetin son bulmasına katkıda bulunmak için.

Dünyada bugün halledilmesi gereken çok sayıda insani problem var.

Son yıllarda artan terör ve iç savaşlardan önce, 2000 yılında bir gündemle başlatılan “Binyıl Gelişme Hedefleri” (Millennium Development Goals) BM’ye üye 191 devlet tarafından başlatılmıştı.

2015 yılına kadar özellikle açlık ve su, sanitasyon gibi temel insani problemlerin üstesinden gelinmesi hedeflenmişti.

Fakat bu insani yönü ağır basan maddeler başarıya ulaşmadığı gibi buna ilave olarak çok daha vahim insanlık trajedileri eklendi.

Özellikle 11 Eylül 2001 yılında Amerika’daki ikiz kuleler için tezgâhlanan saldırı sonrası mevcutlara ilaveten çok sayıda yeni terör odaklarının mantar gibi ortaya çıkmasına bir milat oldu.

Mevcutlar gücüne güç katarken birçok İslam ülkesinde özellikle MENA diye anılan Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde birçok terör örgütü doğdu.

Terör bilindiği gibi günümüzde emperyalistlerin hedeflerine ulaşmaları, kendileri adına sıfır kayıpla hain emellerine ermeleri için kullanılan en iğrenç ve alabildiğine en acımasız bir savaş metodu.

Kimileri buna ırkçılık üzerinden, kimileri ise İslam üzerinden alet oldu ki uzaktan yakından İslamiyet’le ilgisi yok!

Suni olarak ortaya atılan bir takım hak yoksunluğu argümanıyla terör gerek ülkemizde ve gerekse birçok İslam ülkesinde en acımasız bir şekilde boy gösterdi ve göstermeye devam ediyor.

Dünyaya baktığımızda başka hiçbir, Müslüman olmayan ülkede terör olaylarını görmek mümkün değil.

Neden terör hep İslam ülkelerini seçmiş bulunuyor?
Müslümanlar gerek terör veya benzi komplo teorilerinin sahiplendikleri bu yüce değerle hiç ilgisi olmadığını bilmiyorlar mı?

Bunun nedeni sosyolojik mi, etnik mi, din kaynaklı mı ya da kalkınma ve ekonomik eksiklikten mi ileri geliyor?

Aslında hiç biri değil!

Ülkemiz terör olaylarıyla uzun yıllar birlikte olmuş ve tecrübesi çok!

Gerektiğinde bitmez denilen, canilikte zirve yapmış bu insanlık dışı olayların bir anda, bir gecede bittiğini biliyoruz.

Biliyoruz ki bu ülkenin ekmeğini yediği suyunu içtiği topraklarda beslenen, fakat buna karşılık en ceberut düşmanın bile yapmadığı hainliği yapanlar (bu işin hangi kısmında bulunursa bulunsun) birtakım kelime oyunlarıyla bu çirkin olayın bir tarafında yer alıyorlar.

Bakın dünyaya ülkesini kollama ve koruma görevini üstlenmiş güvenlik görevlilerine karşı hangi ülkenin insanı kendi askerine, polisine en hain ve en iğrenç bir şeklide ölüm planları hazırlayıp uyguluyor?

Bunları kullanan emperyalistler zamanı geldiğinde hiç acımadan bu hainlerin işlerini bitireceğini biliyoruz.

Zaman zaman gidip akıl alıyorlar ya, işte bu ağababaları, aklı hocaları işlerinin tamamlanmasına bakıyorlar, yoksa bunların karakaş ve gözlerine meraklı değiller.

Şimdi bilindiği gibi içinde bulunduğumuz Eylül ayında bütün ülkelerin devlet ya da hükümet başkanları BM’nin 70. Genel kuruluna katılacaklar.

Bu insanların bu toplantıya bugün insanlığın içine düştüğü bu insanlık dramını sembolize edecek bir objeyle bu kurulda konuşma yapmaları çok anlamlı olacak.

Bütün dünyanın bu iğrenç katliamlara dikkatini çekmek için genel kurul salonuna yakalarına takacakları bu iğrençlikleri sembolize edecek bir resimle (eğer yasal olarak bir sakıncası yoksa) girmeleri çok etkili olacaktır.

Bu resim geçen gün kıyılarımıza vuran ölmüş bir çocuğun resmi olabilir!

Her gün dünyaya sözde insanlık dersi verenlerin eğer yüzlerinde kızaracak bir insanlık duygusu taşıyorlarsa belki biraz kızarır, renk verirler.

Dünyayı bu hale getiren 5+1 belki biraz merhamete gelir, belki dünyayı terörle yönetme yerine o sahip çıktıkları değerlere gerçek manada sahip çıkarak yönetmeyi tercih ederler!

26 Ağustos 2015 Çarşamba

BM 70. Genel Kurulu


 

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunun 70. Oturumu 15 Eylülde başlıyor.

Genel kurul bütün ülkelerin üst düzey temsilcilerinin katılımıyla yapılan, dünya milletlerinin içinde bulunduğu sıkıntıların dile getirilip tartışıldığı platform.

Bugün yeryüzünde insanlık adına acil çözüm bekleyen problemler var.

Milyonlarca insan içine düşürüldükleri bu insanlık dışı dramdan kurtulmanın yolunu ararken, BM’nin ilgisizliği nedeniyle yıllardır çaresizlik içindeler.

Özellikle ülkemizi de yakından ilgilendiren Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi, tabiri caizse, kan ağlıyor.

Çevremize baktığımızda; Suriye, Irak, Afganistan, Filistin, Mısır, Libya yıllardır dolaylı ya da direkt olarak savaş içinde bulunuyor.

Yıllardır süren terör ve iç savaşların bu ülkelerde onarılması mümkün olmayacak sosyal ve ekonomik tahribatlar yapmış...

İslam karşıtı olanlar, Müslümanları yine sözde Müslümanların eliyle kırdırıyor.

İran’la BM’nin daimi 5 temsilcisi ve Almanya’nın yapmış olduğu anlaşma sadece nükleer silah üretimini durdurmaya yönelik bir anlaşma olmayıp, aynı zamanda Suriye’de 5 yıldır devam eden vahşetin de desteklenmesi anlamına geliyor.

Bu meşhur 5+1 neden bu anlaşma metnine İran’ın Suriye’ye olan desteğini çekmesini eklemedi?

Nükleer silah üretimi insanlık için bir tehdit ve suç ise savunmasız masum insanların Suriye’de vahşice öldürülmesi de bir fiili durum olarak acil olarak önlenmesi gereken bir insanlık suçudur.

Bu da BM’nin güvenlik konseyi üyelerinin bu insanlık dramına olan yaklaşımındaki duyarsızlığın açık bir göstergesi olduğu gibi bu suça ortak olmanın da açık bir göstergesi sayılması gerekir.

Irak’ta yıllardır kurulamayan huzur ortamı yine BM’nin daimi temsilcilerinin insanlığa verdiği önemin kifayetsiz ve duyarsızlığın işaretidir...

İsrail’in yıllardır Filistinlileri katlederek vatanlarından edilişine, evlerinden atılarak Yahudi yerleşimine açılması uzun yılların insanlık suçudur.

Mısır’ı kasten kaosa sürükleyen uluslararası toplumun sahip çıktığı değerleri tersyüz edişinin en bariz örneğidir.

Mazlum milletlerin dramı ne yazık ki bitmek bilmiyor!

Libya’da huzur bulunmuşken karıştırılarak iç savaşın sürmesini sağlayan iç ve dış güçlerin ihaneti yüzünden bu ülkede de insanlık dramı varlığını sürdürüyor.

Bulunduğumuz yüzyılda özellikle ve ağırlıklı olarak İslam ülkelerinin içine düşürüldüğü çaresizlik ve terör olayları bu ülkeleri her bakımdan zayıflatmak ve acılara gark etme amacını güdüyor.

Birçok İslam ülkesi ya terör ya da iç savaşın pençesine terk edilmiş durumda.

Hal böyle olunca; işsizlik, açlık, can güvenliği ve birçok sosyal ve ekonomik sıkıntı içinde kıvranıp duran bu insanlar “ya ölüm ya istiklal” diyerek her türlü tehlikeyi göze alarak göç etmek zorunda kalmaktalar.

Her gün yüzlerce insan daha güvenli bir yere gitmek için çeşitli zorluklar içinde ölümü göze alarak başka ülkelere iltica etmenin yollarını arıyor.

Tek gayeleri çoluk çocuklarına huzurlu ve güvenli bir sığınak bulmak!

Bilindiği gibi devam eden bu yolculukta binlercesi hayatını yitiriyor.

Gerek Afrika’nın birçok ülkesinde ve gerekse Ortadoğu ülkelerinin bir kısmında yıllardır süre gelen bu insanlık dramına BM Güvenlik Konseyinin üyeleri kendi çıkarları yüzünden üstlendikleri barış ve huzuru sağlama görevini yerine getirmememin acizliği ve kurnazlığı içindeler.

Bunun aslında uluslararası hukuk normlarına göre suç sayılması gerekir, fakat günümüzde ne uluslararası hukuk ve ne de diğer uluslararası kurumlar bu insanlık dramına gereken tepkiyi göstermiyorlar.

Bunların insanlık anlayışları sağır ve dilsiz olmuş.

İnsanlığın içine düştüğü bu çaresizliğin hep bir ağızdan eylül ayında devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla yapılacak 70. BM Genel Kurul toplantısında dile getirilmesi gerekir.

Bu insanlık dramına 5+1 ülkelerinin ilgisiz kalacağı kesin, bırakın ilgisizliği bu sıkıntıların dolaylı olarak daha da ağırlaşması için bunlar destek olacaklardır.

Geriye kalan diğer ülkeler özellikle İslam ülkeleri bu insanlık dramını en iyi şekilde bütün dünyaya bu vesileyle anlatmaları, bu şekilde dünya kamuoyunun dikkatlerini bu küresel insanlık dramına çekmeleri vicdani bir görev olmalı.

 


 

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Koalisyonda kurumsallaşmanın önemi





 

7 haziran genel seçim sonuçlarının siyaset üzerinde bıraktığı sarsıntılar devam ediyor.

Tek partinin iktidar çoğunluğunu elde edecek vekil kazanamaması her bakımdan olumsuz bir sürecin başlangıcı olmuştur.

Koalisyon kurulması için anlaşma sağlanamaması da, seçimlerin yeniden tekrar edilmesini gündeme getirmiş.

Çözüm sandıkta görülmüştür.       

Yapılan açıklamalar Kasım ayı başında genel seçimlerin tekrarlanması ağırlık kazanmış görünüyor.

Yeni seçimden beklentiler tek bir partiyi iktidara götürecek yeterli bir sayının sağlanması yönünde.

7 haziran seçim sonrasında belirli aralıklarla yapılan anketlerin sonuçlarına göre, seçimlerden yüzde 41 oyla birinci parti çıkan Ak Parti oylarını 3- 4 puan artırmış görünüyor.

Bu durumda yüzde 45’ler civarında bir seviyeye ulaşması bekleniyor.

Ak Parti Kasım ayında yapılacak erken genel seçimde bu oranı koruduğu takdirde tek başına iktidara gelecek sayıyı elde edeceği intibaını veriyor.

Hele doğu ve güneydoğudaki seçmenlerin iradesi üzerindeki baskıyı ortadan kaldıracak demokratik ve hür ortam sağlanırsa ki, Ak Parti açısından büyük kayıp özellikle bu bölgede meydana gelmişti, bu takdirde Ak Partinin tek başına iktidara gelme şansı daha da artmış olacak!

Seçim sonrasında zaman zaman “neden iki büyük parti bir araya gelip de güçlü bir koalisyon kurulamadı” sorusu sorulduğu gibi bu yönde tavsiyeler de yapıldı.

Almanya örneği verildi.

Yıllardır Almanya’da ya da bir başka Avrupa ülkesinde koalisyon hükümetleri kurulup pekala yürütme işi aksatılmadan sürdürülüyor, diye hep örnek gösteriliyor.

Bu örneklere bakıp “bizde neden bu tür koalisyonlar olmasın” şeklinde fikirler, tavsiyeler ileri sürülüyor.

Fakat hani derler ya “kazın ayağı öyle değil, bir diğer ifadeyle işin aslı öyle değil” gösterilen bu örnek bizim ülkemiz şartlarına uygun değil.

Bildiğimiz gibi ülkemizde koalisyonların karnesi pek iyi değil, iyiyi bir kenara bırakalım orta bile değil. Bugüne kadar geçer not alamamış ve koalisyon hükümetleri hep sınıfta kalmış!

Bundan da ülkemiz zarar görmüş.

Bu nedenle gerek Almanya ve gerekse diğer Avrupa ülkelerinde uygulanan koalisyon hükümet örneklerinin ülkemizde başarılı olması mümkün görünmüyor. Ülkemizin bu hususta sınıfta kalmaya da tahammül yok.

Neden mümkün görünmediğine gelince; aslında koalisyon hükümetlerinin ülkemizde kurumsal dayanağının bugüne kadar oluşmaması...

Bu husustaki kurumsallaşma eksikliği koalisyon hükümetlerinin başarısını engelleyen en önemli engeli teşkil ediyor.

Bu kurumsallaşmanın olması da zaman alacaktır.

Bunun bir anda olması mümkün görünmüyor.

Çünkü koalisyon hükümetlerin başarı bileşeninde çok çeşitli etkenler var.

Bu unsurlar halledilmeden koalisyonlardan beklenen faydayı ve istikrarı beklemek hayalden öteye geçmiyor.

Sonuç olarak seçmenimizin bu inceliği iyi fark edip yaklaşan erken seçimde oyunu verirken veya çeşitli nedenlerden dolayı önceki seçimde sandığa gitmediyse bu gerçeği göz önünde bulundurarak hareket etmesi ülkenizin güven, istikrar ortamının sağlanması ve sürdürülebilir kalkınması açısından büyük önem taşıyor.

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Kürt sorunu değil, emperyalistlerin sorunu




Kürt sorunu diye ileri sürülen mesele aslında Kürtlerin özgürlüklerinin ve temel haklarının elinden alınması sürecidir.
Bu işin baş aktörleri batılı emperyalistlerdir.
Kürt sorunu ile hedef saptırıp aslında Kürt kardeşlerimizi istismar etmek ve fırsatını bulunca onları her bakımdan sömürü ve kaos düzenine sürükleme sürecidir.
Bu ülkede Kürtler için ayrı bir anayasa ve kanun bulunmamaktadır.
Mevcut anayasada bir eksiklik varsa bu eksiklikten veya yanlışlıktan ülke içindeki bütün insanlar aynı şekilde etkilenmektedir.
Kanunlarında ihtiyacı karşılamama gibi bir durum söz konusu ise bundan doğusu da batısı da kuzeyi de güneyi de aynı oranda etkilenmektedir.
Kalkınmada, hizmetlerde eksiklik varsa bu durumdan ülkenin diğer bölgelerindekiler de sıkıntı çekmektedirler.
Hele ki PKK denilen terör örgütün kanlı katliamlarına başladığından beri yapılan yatırımlara karşı gelmesi; yakarak, yıkarak maksatlı olarak bölgenin kalkınmasını engellemesi, bölge insanının planlı olarak geri kalması için hazırlanmış bir tuzaktır.
Masum vatandaşları çoluk çocuğunun gözleri önünde en acımasız bir şekilde öldürmüş bir zihniyetin sözde temsil ettiği bir topluma vereceği ne olabilir, olsa olsa kan ve vahşettir!
Bugüne kadar yaptığı vahşeti hangi düşman ordusu yapmıştır?
Vahşette sınır tanımayan bu örgüt bunu kendine şiar edinmiştir.
İşte son günlerde güvenlik güçlerimize yaptığı saldırılar, yine masum insanların araçlarını en gaddar bir şekilde yakarak o insanların geçim kaynaklarını yok etmek hangi insanlık, hangi özgürlük anlayışına sığar!
Çoluk çocuğunun aşını ekmeğini kazanmak için çalışan bu insanların araçlarını yakmakla kime hizmet ediliyor?
Gözü dönmüş insanlıktan çıkmış, vahşet ve kan dökmekten başka bir şey bilmeyen bu örgütten ne beklenebilir?
Bunlar mı Kürt kardeşlerimizin haklarını koruyacak, bu zihniyet mi bu kardeşlerimize bugünkünden daha çok aş, iş ve refah getirecek?
Bunların getireceği olsa olsa zulüm, işkence, baskı ve ölümden başka bir şey olamaz!
Bu acı gerçeği öncelikle Doğu ve Güneydoğulu kardeşlerimizin iyi fark etmesi, iyi anlaması lazımdır.
Bunların anladığı dil sadece kendilerinin kullandığı vahşet dilidir.
Kürt kimliğini kullanarak, alabildiğine istismar ederek bu insanları bugün içinde bulundukları huzur, güven ve refah seviyesinden çok daha kötüsüne götüreceklerdir.
Arkalarındaki emperyalist insan hakları savunucuları eğer bu söylemlerinde gerçekten samimi olsalar idi bugün bölgemizde bulunan ülkeler; Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Libya ve daha birçok İslam ülkesinde yıllardır yaşanan insanlık dramları anında son bulurdu.
Emperyalist güruhun ve onların içerdeki maşalarının gayesi sergiledikleri bu vahşet zincirine yeni bir halka eklemektir.
30-40 senedir Kürtçülükle beyinleri yıkanan bir kısım insan çevremizde yaşanan bu acı gerçeği göreme basiretinden yoksun bulunuyor.
Sanıyorlar ki sözde bir özerklik elde edilince kendilerini rüyalar âleminde bulacaklar.
Hiç beklenmedik bir şekilde, bir anda ne kadar sorunları varsa kendiliğinden yok olacak!
Fakat ne yazık ki şu anda içinde bulundukları refah ve özgürlük ortamını çok arıyor olacaklar, asıl o zaman uyanmış olacaklar, heyhat ki ne heyhat, o zaman iş işten geçmiş olacak.
Geriye dönüşü olmayan bir yola girmiş olacaklardır ki, bunu hiç temenni etmeyiz!..
Yapılması elzem olan ise topluca bu cani örgüte, emperyalistlerin maşası olan bu örgüte karşı çıkılması, çocuk yaştaki evlatlarını bu örgütün tuzağına düşmekten kurtarmalı ve gerçek yüzlerini anlatmalıdırlar. 
Bugüne kadar çocuk yaştaki Kürt kardeşlerimizin evlatları bu anlamsız yolda örgüt liderlerinin ve onların siyasi uzantılarının kişisel hırs, kin ve menfaatleri için yok edildi!
Sömürü düzeninin çıkardığı bu fitne uğruna binlerce şehit vermişiz, bölgeye yapılması gereken yüz milyarlar yatırım yerine boşa gitmiş...
Bu sorun ne Kürtlerin ve ne de ülkemizin sorunu, bu sorun kana ve vahşete doymayan emperyalist güruhun ve onların zavallı maşalarının sorunu!...

1 Ağustos 2015 Cumartesi

Asırları bulan birlikteliğin çözümsüzlüğü olamaz


 

 
Çözüm sürecinin devam etmemesi için mantıklı bir sebep yok.

Dini, tarihi, kültürü, dili aynı olan gruplar arasında çözümsüzlüğü kabul etmek mümkün değil.

Bu çözümsüzlük kavramı da suni olarak maksatlı olarak hazırlanmış bir senaryodur.

Senaryosunu emperyalist güçlerin yazıp içerdeki hain işbirlikçileri ile 30 - 40 senedir ülkemizde sahnelediği iğrenç bir oyundur.

Bu oyunun amacı da hiç şüphesiz ülkemizi bölüp parçalamaktır.

İçerdeki hainler bu oyunun ne yazık ki iğrenç figüranlarıdır.

Bu ülkenin doğusuyla batısıyla, güneyiyle kuzeyi ile alıp veremeyeceği hiçbir şeyi yoktur.

30-40 yıldır batının uşaklığını yapan bu kandırılmış hainler ülkemizde binlerce masum insanın kanını akıttılar.

Adeta kanla beslendiklerini tescillediler.

Bu vahşetlerini tescillerken ülkesini, vatanını ve manevi değerlerini seven ve yaşatan bu milletin vicdanında derin yaralar açtılar.

Baskıyla, silahla, korku psikolojisi oluşturarak bugüne kadar batılı sömürgecilerin uşaklığını yaptılar.

Sözde savundukları bölge insanına her bakımdan çok şeyler kaybettirdiler.

Bir asır öncesinin baskı zulüm ve vahşet örneklerini uygulayan komünist rejimin yıldızını sözde bayraklarına sembol yaptılar.

Vahşet ve zulmün sembolü olan bir siyasal anlayışı kendilerine rehber edinen bu anlayış, varsayalım ki bağımsız bir devlet kurdular, ki asla mümkün değil, bugün o bölgede bulunan insanlara sözde vaat ettikleri barış, özgürlük, insan hakları söylemlerinin sadece teori olduğu uygulamada zerresinin dahi olmayacağını görmüş olacaklar.

İşte asıl esaret o zaman başlamış olacak, asıl vahşet o zaman başlamış olacak, eşi görülmemiş insanlık dışı uygulamalar o zaman başlamış olacak ki tarifi mümkün olmayacaktır.

Aynen komünizm dönemindeki doğu ve batı Almanya misali bir yönetim olacaktır.

Bu insanlık dışı ortamı hazırlayanların dahi düşünemedikleri ölçekteki vahşeti hazırlayanlar bin pişman olacaklardır fakat iş işten geçmiş, geriye dönüşü olmayan bir yola girilmiş olacaktır.

Biz biliyoruz ki Doğulu ve Güneydoğulu kardeşlerimiz bu hain ve çirkin oyunun farkındadırlar, gerek bugüne kadar kendilerine yapılan baskıdan kurtulmak ve gerekse bu hain örgütün kendilerine vaat ettikleri özgürlük senaryolarının tamamen yalan ve yanlış olduğunu biliyor bunların bu aldatıcı söylemlerine zerre kadar prim vermeyeceklerdir.

Bu uluslar arası çirkin projenin bir aldatmaca ve tehlikeli bir tuzaktan başka bir şey olmadığı kanaatinin kendilerinde hasıl olmasını temenni ediyoruz.

Asırları bulan bir birlikteliğe sahip olan bu insanların çözümsüzlük diye bir sıkıntısı olmamış olmayacaktır.

Irkçılık propagandası yaparak kandırılan insanlar artık bu sinsi narkozdan uyanmalı gerçeği görme zamanının gelmiş ve geçmekte olduğu şuuruna varmalarını unutmamaları gerekiyor.

Bugüne kadar gösterilen iyi niyet ve aşırı hoşgörü, bu hainlerin de aşırı şımarmalarına yol açmış, uzanan şefkatli elleri boş bırakılmış ve ancak anlayacakları dille cevap vermek bir zaruret olmuştur.

MOSSAD usulü infazlar uygulamalarının da bu vahşet örneklerini kimin adına yaptıklarının en bariz göstergesidir. Bugüne kadar masum insanları en acımasız bir şekilde öldürmekten çekinmemişlerdir. Vahşette zirveye çıkarken, zillete de en aşağı derekeye düşmüşlerdir.

Bu uğurda hayatlarını yitiren polislerimiz, askerlerimiz göğsünü siper ederek kanlarının son damlasına kadar kendilerine yakışan bir cesaret ve asaletle bu hainlerle mücadele ederek ülkemizi bu hainlere karşı savunmuş; vatansever insanlarımız tarafından dualarla, Fatihalarla ebedi istirahatgahlarına şehitlik gibi yüksek bir dereceyle uğurlanmaktadırlar.

Bu hain oyunun arkasında duran emperyalistler iyi bilmeli ki ülkemizin bu asil insanları bu ülkeyi göğsünü siper ederek kanlarının son damlasına kadar mücadele ederek savunacaklardır.

Vatan sevgisi imandandır.

Bu sevgi var oldukça bu vatanı bölmek, parçalamak ve emperyalistlere ve onların içerdeki piyonlarına peşkeş çekmek isteyenlere pabuç bırakılmayacaktır.

Bunun en bariz, en samimi örneği ise Genel Kurmay başkanlığımızın yapmış olduğu açıklamadır. Çok sayıda insanımızın bu teröristlerle mücadele etmek ve vatan savunması için başvuruları böyle bir ulvi görevde ne kadar hassas ve ne kadar samimi olduklarının açık bir göstergesidir.