26 Ağustos 2011 Cuma

Operasyon ülkeyi kangrene dönüştürür








Uzun yıllardır ülkemizi meşgul eden terör görünen o ki sadece bu işten nemalanan belli, küçük bir azınlığın işine yaramıştır. Bu yol meşru olan yasal yollardan menfaat sağlama kapasite, güç ve yeteneğine sahip olmayanların tercihi olmuş.

Akla gelen ilk soru ise, nasıl doğdu bu terör hareketi?

Bu soruyu irdelediğimizde meselenin bugünkü hale gelişinin uzun bir geçmişi olduğu ve bu sürecin terör eylemlerinin başladığı tarihe kadar bilinçli veya bilinçsiz olarak günümüzdeki sonuçlarıyla karşı karşıya kalmamız için planlandığı izlenimi var.

Bu işin çıkış noktası olan birkaç temel noktaya baktığımızda, kalkınmanın ve dolayısıyla istihdamın yeterli olmaması. Yani işin temelinde yatan problem ekonomik olarak görünüyor. Bir başka neden ise sistemli olarak yozlaştırma.

Başlangıç tarihini esas alırsak ekonomik sıkıntıların ülkemizin başka bölgelerinde de var olduğunu görüyoruz. Oran olarak farklılık gösterebilir.

Bölge insanını teröre iten bir başka itici güç ise 12 eylül döneminde uygulanan insanlık dışı işkenceler, sosyal ve psikolojik baskılar… Belki de işin bu yönü meselenin tuzu biberi olmuş. Bütün bu olumsuzluklar sanki bugün içinde bulunduğumuz ortamın oluşması için yapılmış.

İşte belki de bu hazır altyapıyı görenler bu ortamı ve malzemeleri kullanarak ve kendilerine terörü yaşam biçimi seçenlerin de sisteme entegre olmasıyla terörün günümüze kadar gelmesine neden oldu. Arkasında ise telafi edilmez kayıplar bırakarak…

Hakları savunmada demokratik yolları değil de, direkt olarak terörü araç olarak kullanmaları ise aslında bu işteki samimiyetsizliğin en önemli göstergesi. Maksat sanki ‘üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek’ ten başka bir şey değilmiş intibaını veriyor.

Terör örgütünün insanlık dışı baskınları ve yok yere suçsuz insanların hayatını kaybetmesi, bölge insanı üzerinde baskı kurarak taraftar kazanma çabaları da bu işteki samimiyetsizliğin en bariz göstergesi.

Bir başka husus ise beyin yıkama faaliyetleri. Sıcak savaşla beraber psikolojik ve soğuk savaş da başlatılmış.

Başkalaştırma, ayrıştırma, yabancılaştırma ve ötekileştirme süreci sistemli bir şeklide yapılmış. 30 yıldır beyinler yıkanıyor. 30 yıldır temel insan haklarından uzak ırkçı bir hareket bütün yönleriyle devam ediyor. Başlangıçta ırkçılık söylemi ve şuuru bu boyutta değilken bugün mesele sadece ırkçılık üzerine oturtulmuş. Her eylemin ardından işin sempatizanları ırkçılığa dayalı haklar meselesine odaklanıyor. Gösterilmek ve özellikle dışarıya verilmek istenen mesaj hedef saptırıp tek konuyu öne çıkarıp bu şeklide gerek ülke ve gerekse dünya kamuoyunda haklı konuma gelmek.

Bütün bu nahoş gelişmeler etle tırnak gibi birleşmiş bir toplum yapısına sahip olan bu ülke insanlarını özerklik veya benzeri oluşumların tuzağına düşürerek sinsi parçalanma planlarının uygulamaya konulmasını hatırlatıyor.

İstenilen hakların temel insani hakları ile ilgili kısmına denilecek bir şey yok.

Ancak anadilde eğitim konusunun birkaç nesil sonra doğuracağı ağır sonuçları bugünden görmemek mümkün değil, bu ülkemiz adına telafi edilemez yaralar açabilir.

Hakları tamamen bir ırkçılık anlayışı üzerine oturtmanın meydana getireceği onarılamaz sonuçlarını derinden derine düşünmek lazım.

Bu insanların ortak resmi dili Türkçe değil mi? Bu vatan sınırları içindeki bütün mahalli diller ülkenin her yöresinde konuşulmuyor mu?

O zaman bunların hepsine ana dilde eğitim verilmesi mi gerekir?

Bölgede sorunun tek çözüm yolu ağırlıklı olarak ırkçılık üzerine kurulmuş gibi görünüyor. Sanki dil konusu halledilince sihirli değnek gibi bütün sorunlar kendiliğinden çözülmüş olacak. Bir anda yöre insanı refah ve huzura kavuşacak gibi bir izlenim veriliyor ki mümkün değil.

Bu işe önayak olanlar başta olmak üzere bölge insanı da uzun yıllardır bu konuya şartlandırılmak isteniyor.

Hep söylendiği gibi asırlardır birlikte yaşamış dili de, kültürü de aynı, en önemlisi de aynı dinin ve tarihin sahipleri olarak bu ülke toprakları üzerinde operasyon heveslisi olmanın hiç kimseye faydası olmayacağı gerçeği gözden uzak tutuluyor.

Aklı başında olan ve ülke bütünlüğünden, birlik beraberliğinden yana olan hiç kimsenin böyle bir operasyona rıza göstermesi düşünülemez. Bir an için bunun olacağını ve doğuracağı sonuçları düşündüğümüzde, böyle bir operasyonun neticesi ancak ve ancak kangrenden başka bir şeye dönüşmeyecektir.











From devastation to prosperity, but..


From devastation to prosperity, but..



Following Second World War, war-torn Europe has launched a new process in order to throw off the perplexity with the idea setting up a union.

The European Union was set up with the aim of ending the bloody wars between neighbors, which culminated in the Second World War.

The search of the European foremost leaders was a permanent solution to relieve the heavy burden of the wars and being a remedy for the war-tired European.

The first step of the union, which enabled the union's countries, achieved prosperity based on the natural resources of Europe called the European Coal and Steel Community.

As of 1950, the European Coal and Steel Community began to unite European countries economically and politically in order to secure lasting peace. In 1951, Treaty of Paris was signed forming European Coal and Steel Community.

The six founders of the union are Belgium, France, Germany, Italy, Luxembourg and the Netherlands.

In 1957, the union came to a second treaty stage. The Treaty of Rome formed the European Economic Community (EEC), or 'Common Market'.

Beginning in 1950, the union movement had begun to advance happily for the member countries. The union has been proved its success and welfare in the 1960s.

In the 1970s, the union saw the last right-wing dictatorships in Europe came to an end with the overthrowing of the Salazar regime in Portugal in 1974 and the death of General Franco of Spain in 1975. Hence, a new period has begun for these two countries.

In 1981, Greece becomes the 10th member of the EU and Spain and Portugal follow five years later. In 1985, a small village in Luxembourg gave its name to the 'Schengen' agreements which aim a borderless zone in Europe, gradually allow people to travel without having their passports checked at the borders.

In 1987, the Single European Act is signed. This is a treaty which provides the basis for a vast six-year programme aimed at sorting out the problems with the free-flow of trade across EU borders and thus generates the 'Single Market'.

When date showed 9 Nov. 1989, there was a major political upheaval, the Berlin Wall is pulled down and the border between East and West Germany is opened for the first time in 28 years, this leads to the reunification of Germany when both East and West Germany are united in October 1990.

In 1993, with the Treaty of Maastricht, the Community clearly went beyond its original economic objective, formation of a common market, and its political ambitions came to the fore. The treaty is commented as the result of external and internal events, especially collapse of communism.

In 1995, the EU gained three more new members, Austria, Finland and Sweden.

Following collapse of communism EU has opened its arms to its neighbors that had been punished for long years under the communism dicta regime. Almost all the rest Eastern block countries in the European continent are taken into the Union one by one.

The first decade of 2000 is seen as the biggest enlargement process, number of member country reached 27 in the EU.

On the line to be a member, there are candidate countries.

As for journey of Turkey's EU integration process, exceed a half century, however, it is not clear when the membership to be accepted. Turkey is continuing to achieving integration process one by one.

In addition to Turkey, there are other three candidates such as Croatia, Macedonia and Iceland. There are also potential candidates; Albania, Bosnia Herzegovina, Kosovo and Serbia.

After the global economic crisis, which appeared in 2008, has brought heavy burden on the economy of the union as in the entire world. But it has not been yet overcome completely. Nowadays, winds of a new crisis blow on Eurozone. Currently, it is not clear when this new crisis to be defeated and what kind of result can bring for the union.

16 Ağustos 2011 Salı

Afrika’ya yardım ve hatırlattıkları


Afrika’ya yardım ve hatırlattıkları



Afrika’da yaşanan kuraklık milyonlarca insanı etkisi altına aldı. Bu insanlar kilometrelerce yolu yürüyerek mülteci kampına sığınıyorlar.

Kitlesel göçler genellikle savaş zamanlarında görülmekte. Afrika ise bu göçü uzun yıllardır yaşanan kuraklık nedeniyle yaşıyor. Buna ilaveten kıtanın yaşadığı iç savaşlar ve kötü yönetimleri de unutmamak gerekiyor!

Somali de çok sayıda insan, ağırlıklı olarak çocuklar, açlıktan hayatını kaybediyor.

Türkiye seferber olmuş durumda; her kesim, her kurum imkanları dahilinde yardıma koşuyor.

Ülkemiz sadece Afrika için değil dünyanın dört yanına bu hususta yardıma koşarak bir anlamda dünyaya insanlık dersi veriyor.

Olağanüstü hallerde yapılması gereken önde gelen yardımlar ise gıda ve içme suyu. Tıbbi malzeme de yine böyle durumlarda en acil ihtiyaç.

Ülkemizin yardımseverliği yanında, bir özelliği de tarımsal ürünlerin üretimi bakımından zengin çeşitliliğe sahip olması.

Böyle zamanlarda bu özelliğimiz bir ölçüde işimizi kolalaştırmış oluyor. Ülkemiz gerek iklim ve gerekse tarım toprakları açısından dünyanın en şanslı ülkelerinden birkaç tanesi arasında yer alıyor. Bir zamanlar tarımsal üretim olarak kendi kendine yeten yedi ülkeden biri idi.

Zaman zaman bazı temel ürünlerin kısmi ithalatı yapılsa da aslında çok arızi bir durum olmadıkça ülkemiz bütün tarımsal ürünleri kendi kaynaklarını kullanarak temin etme potansiyeline sahip.

Elbette yüksek oranda kuraklık, don ve benzeri felaketlerin yaşandığı yıllar hariç!

İşin tabiatı gereği tarımsal üretimi fabrikasyon üretim gibi kapalı mekanlarda yapma imkanı yok, büyük miktarlarda üretim açık tarım alanlarında yapılıyor. Bu da tarımsal üretimin risklerle karşılaşma ihtimalinin olduğunu gösteriyor.

Kıtlık zamanlarında tarımsal üretimin önemi daha çok öne çıkıyor.

Artan nüfus ve azalan tarım toprakları, tarım alanlarının daha titizlikle korunmasını gerektiriyor. Özellikle inşaat yatırımları yapılırken bu hususa ve ekolojik alanların bozulmamasına dikkat etmek herkes için bir görev.

Bugün geçmişte yapılan sağlıksız ve çarpık yapılaşmaların neticesi olarak başlatılan kentsel dönüşüm projeleri gibi, kaybedilen verimli toprakları kazanmak amacıyla gelecekte tarım alanları için de aynı dönüşümü yapma zorunluluğunu doğabilir.

Yine su kaynakları ve havzalarını kaybetmemek, yok olanları geri kazanmak için gerekli tedbirleri almak, üzerinde durulması gereken bir başka hayati konu…

Geçmiş yıllarda yaptığı gibi, şimdi de mevcut siyasi iktidarın yardım konusundaki duyarlılığı ve milletimizin bu konuya olan hassasiyeti ülkemiz ve insanlık adına sevindirici bir faaliyet.

Ülkemizin gerek zengin tarımsal ürünlere sahip olması ve gerekse bunların işlenmesi ile ilgili yeterli tesislere sahip olması bu konudaki önemli bir avantaj sağlıyor.

Bu tür acil durumlarda tarım ve gıda üretiminin stratejik önemi daha çok ortaya çıkarken, aynı zamanda ülkemizin bu kıymetli özelliğini sürdürmesi ve sürdürülebilir yapıya kavuşturulmasını da hatırlatıyor.

Netice olarak her konu ve kademede yönetim konusu başarıya giden yolun taşıyıcısı oluyor.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde geciken bahar





Arap Baharı olarak nitelendirilen Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde başlayan ayaklanma hareketi henüz bahara dönüşmedi. Bilakis, bu ülkelerde kaos ve kış devam ediyor. Her gün çok sayıda insan çatışmalarda açılan ateş sonucu hayatını kaybediyor.

Bu ülkelerin ortak özellikleri hepsinin Müslüman olması ve günümüz demokratik yönetim tarzından yoksun olmaları. Bir başka göze çarpan ortak özellikleri ise yaklaşık bir asır öncesine kadar Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde olmaları.

Bir asır önce bağımsızlık için mücadele başlatan bu ülkelerin insanları, aslında geçen bu süre zarfında bağımsızlıklarına kavuşamamış, belli kişi ve grupların otoriter yönetimleri ile idare edilerek bugüne kadar gelmişler.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki olayların ilki Tunus’ta bir sokak satıcısı gencin otoriter rejime olan tepkisinin neticesi olarak kendisini yakarak başladı. Neyse ki, bu ülkede fazla bir çatışma ve can kaybı olmadan olaylar yatıştı. Ülke şimdi geçiş dönemi yaşıyor. Tunus’ta başlayan bu hareket bölgenin diğer ülkeleri için de bir kıvılcım oldu.

Kuzey Afrika ülkelerinde ayaklanmanın ikinci durağı Mısır oldu.

Tunus’tan ilham alarak sokak gösterilerine başlayan Mısır halkının gösterilerinin neticesinde Hüsnü Mübarek 30 yıla yakın süren iktidarını bırakmak zorunda kaldı.

Burada da fazla zayiat verilmeden olaylar önemli ölçüde durdu. Zaman zaman olayların sembolü olan Tahrir Meydanı, rejimin demokratikleşmesi için Mısırlı vatandaşların gösterilerine maruz kalıyor. Mısırlılar demokratik yollarla seçimlerin yapılıp meşru yönetimin işbaşına gelmesi özlemi içindeler.

Bölgede en çarpıcı gelişmelerin yanşandığı ülke ise Libya. Libya’da hükümet karşıtı gösteriler nedeniyle güvenlik güçlerinin göstericilere şubat ayında ateş açması sonrasında giderek yoğunlaştı. Mart ayında BM Güvenlik Konseyinin Libya’yı uçuşa yasak bölge ilan etmesinin ardından, Nato komutasındaki askeri güç Libya halkını Kaddafi güçlerine karşı korumak için misyonunu sürdürüyor. Ancak ülkede geleceğe yönelik net bir durum henüz belirgin değil.

Fas, bölgenin bir diğer sancılı ülkesi. Ülke, kralın gücünü zayıflatacak anayasal değişiklik için karar aldı. Böylece Fas halkı daha adil bir yönetim biçimine kavuşmuş olacak. Fas gibi Cezayir’de aynı beklenti içinde, anayasada yapılacak değişikliklerle demokrasinin güçlenmesi yönünde adımların atılmasını bekleniyor.

Libya’dan sonra en kanlı olayların yaşandığı ülkelerden biri ise güney komşumuz Suriye. Ülkede hemen hemen her gün onlarca insan öldürülüyor. Şu ana kadar herhangi bir dış müdahale yoksa da, yönetimin uluslararası toplumun istediği şekilde adım atmaması halinde müdahalenin sinyalleri veriliyor. Umman ve Yemende de aynı sıkıntılar yaşanıyor, bütün bu ülkelerde yaşayan insanların talepleri aynı.

Bu yılın başlarından itibaren Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde yaşanan gelişmelere baktığımızda, bu ülkelerin önemli bir ortak noktası hepsinin Osmanlı İmparatorluğundan sözde bağımsızlık ümitleriyle ayrılmış olmaları ve Müslüman ülke olmaları.

Bir başka çarpıcı ortak noktaları ise otoriter liderlerin öncelikle nepotism yönetim anlayışını ön planda tutarak ülkelerinin ve insanlarının menfaatini ise sonraya bırakmış olmaları.

Yönetim şekline baktığımızda da, mevcut yönetimlerin hepsinin bir fabrikasyon ürünü olarak bu ülkelere has biçilmiş bir görüntü vermeleri.

Netice olarak işsizlik, hayat pahalılığı, baskı ve yolsuzluklar, seçme ve seçilme haklarının olmaması ve fikir özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükleri istemeleri ayaklanmanın yaşandığı ülkelerin ortak talepleri.

Dileğimiz bu kardeş ülkelere daha fazla kan dökülmeden gerçek baharın bir an önce gelmesi.



30 Temmuz 2011 Cumartesi

MAVİ ALTIN



Canlıların yaşantısında vazgeçilmez temel unsur olan su, paha biçilmez değeriyle çağımızın mavi altını olarak nitelendiriliyor.
Başta insan beslenmesinin temel maddeleri olan tarımsal üretim için olmak üzere; sanayi ve diğer bütün üretim süreçlerinde ve hizmet sektöründe fonksiyonel bir görevi üstleniyor.
Hayatın sürdürülmesi, sağlıklı bir refah toplumu olmak ve kalkınmanın temeli yeterli ve güvenli su kaynaklarının devamlılığına bağlı.
Suyun yokluğu ise toplu göçleri ve ölümleri, ekonomik, politik ve sosyal çalkantıları beraberinde getiriyor.
‘Mavi Altın’ suyu; azalan arzları, kirliliği, hastalık, yokluk ve yoksulluk gibi ağır sonuçlara yol açan çeşitli yönleriyle anlatan kitabın ismi.
Başta insan olmak üzere her canlı için su hayati önem arz etmekte.
Diğer canlıları sadece tüketim yönüyle ilgilendirirken, su insanoğlunu bütün yönleriyle ilgilendiriyor. Su kaynaklarının muhafazası, sürdürülebilir ve güvenli yapıya kavuşturulması konularında insanoğluna büyük sorumluluklar düşüyor.
Bulunduğumuz yüzyılda su üzerinde çok sayıda spekülasyonlar yapılarak, sürekli olarak gündemin önde gelen konulardan birini oluşturacağının işareti veriliyor.
Geçtiğimiz yüzyıla petrol damgasını vururken, suyun ise bulunduğumuz yüzyıla damgasını vuracağına dair görüşler ileri sürülmekte.
Su kaynaklarının sınırlı olması ve dünyanın bazı yerlerinde artan talebi karşılayamaz duruma düşmesi su kaynakları üzerinde baskılar oluştururken, diğer yandan da gerginliklere yol açıyor.
Kuraklık ve su kıtlığı kitlesel göçlere yol açıyor. Geri kalmış ve az gelişmiş ülkeler su kıtlığının bir neticesi olarak içine düşmüş oldukları acı durumla yüzleşmekteler. Bu nedenle
İç çatışmaların ve savaşların yaşandığı ülkeler bundan en fazla sıkıntı çekmekteler.
Yoksulluk ve su kıtlığından en fazla etkilenen kıta Afrika. Yıllardır çatışmaların yaşandığı Sudan’da onbinlerce insan komşu ülkelere göç etmek zorunda kalıyor.
Su yataklarının en önde gelen kaynağı yağmur ve kar suları.
Yağışların arzı karşılayamaz miktarda düşmesi halinde kuraklık baş gösteriyor.
Bu nedenle su kaynaklarını korumak için herkesin ve herkesimin üzerine düşeni yapması gerekiyor. Bazen kurak periyotlar yıllarca sürebiliyor. Bu durum gıda fiyatlarının yükselmesine yol açtığı gibi ileri aşamalarda da yokluk ve kıtlığın kapısını aralıyor.
İşte saygın, sağlıklı, kalkınmış ve zengin toplulukları oluşturmak ve bunların varlıklarını sürdürmesi yeterli su kaynaklarının varlık ve devamlılığına bağlı.
Bir nebzede olsa bu hayati kaynağın önem ve gerekliliği konusunda farkındalık oluşturmak amacıyla çok sayıda kaynaktan araştırma yaparak ve yine suyu çok çeşitli yönleriyle ele alarak yazmış olduğum ‘Mavi Altın’ adlı kitabını okumak isteyen herkese ve kesime faydalı olmasını temenni ediyorum.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Tek taraflı oburluk hükmünü sürdürdükçe

Yine yüreklere ateş düşürüldü…
Ateş düştüğü yeri yakar.
Bu ateş doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün ülkeye düşmüştür.
Sadece şehit analarının yüreği değil, bu ülkenin birlik ve beraberliğinden yana olan herkesin yüreği yanıyor. Tabii ülkemiz üzerinde çirkin emelleri olanlar hariç, bir anlıkta olsa işlerinin kolaylaştığını sanarak perde arkasından belki de kıs kıs gülüyorlardır.
Yaklaşık 30 sene önce bu yürek yakan ateşi başlatanlar, aslında kime hizmet ettiklerinin sorusunu kendilerine sormalılar.
1000 yıldır birlikte yaşayan ülkemizin belli bir bölgesinde bulunan insanları savunmak, onları haklarına kavuşturma adına yakılan bu fitne ateşinin gerçekte bu ülke sınırları içinde hiç kimseye fayda sağlamadığı ve sağlamayacağı da işin bir başka acı tarafı.
Bu topraklar ne yetmiş seksen yıllık bir geçmişi olan bir ülke, ne de kısa bir geçmişe dayanan devlet ve millet geleneği, tecrübe ve birikimi olan bir ülke. Her konuda zengin tecrübe ve birikime sahip olan bir ülke.
Selçuklu ve Osmanlılar gibi cihan devleti niteliği taşıyan ve köklerini bu kaynaklardan alan, asırlar öncesine dayanan tarih, kültür, din ve dil birlikteliğine sahip olan bir ülke.
Ancak bugün sözde bir realitenin olduğu, yıllardır işlenen bu konunun asırlardır yaşanan birlikteliğe sanki ters düşüyormuş gibi beyinlere kazınması ve bunun kabul edilmesi için uzun yıllardır haksız yere kan dökülmekte.
Aslında görünürde amaç bu bölgeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak ve daha özgür bir duruma getirmek ve sözde olmayan temel hakların teslim edilmesi üzerine bina edilmiş şeklinde gösteriliyor! Bütün dünyaya verilen mesaj da bu doğrultuda.
Bu madalyonun görüntülenmek istenen ve vitrinde asılı olan tarafı, asıl görülmesi gereken gerçek yüzü ise hep gözlerden kaçıyor, saklı kalıyor. Ama nafile güneş balçıkla sıvanmaz. Artık gerçekler gün yüzüne çıkmaya başladı, bu konuda bölge insanı da aklıselimle meseleye bakar ve kimin dost kimin gerçek düşman olduğunun şuurunda olursa ki büyük çoğunluk böyledir, problemin çözümü daha da kolaylaşır.
Geri kalmışlığı, işsizliği kabul etmek makul sayılabilecek gerekçeler olabilir. Bunları dile getirmek ise yasa dışı yollardan değil de, yasalar çerçevesinde o hep söylenen ve kurulan her cümlede yer alan ‘demokratik’ yollardan yapılamaz mıydı?
Ama iş bunlarla bitmiyor, özde başka amaçlar var.
Karşıda kendini bazı hedeflere şartlandırmış görünmez biri var ki siz ne yaparsanız yapın makul ölçüler içinde ne verirseniz verin hangi imkânları bahşederseniz bahşedin tatmin etmek ve ikna etmek sanki mümkün görünmüyor gibi bir tavır sergileniyor.
Bugüne kadar yapılanların ve tanınan hakların bir doyuruculuğa ulaştığına dair bir belirti ve memnuniyet yok.
Tek taraflı oburluk hükmünü sürdürüyor, nereye kadar, o da belli değil!
İmparatorluk bakiyesi olarak yaklaşık bir asır önce yaşadıklarımıza bakarsak ki, imparatorluğun çökmesi de özde değil de sözde bazı hamasi görüş sahibi kişilerin miyoplukları, kişisel hırsları ve akıl tutulmaları nedeniyle olmuştu.
Günümüzde yaşadıklarımıza baktığımızda hürriyet ve demokratiklik kisvesi altında ne tehditlerin, ne de yaşanan acıların biteceğine dair bir işareti görmek mümkün görünmüyor gibi.
Görünen bir bakıma inatlaşma ve bugüne kadar yapılan büyük yanlışlara kılıf bulma ve makul gösterme çabasından başka bir şey değil.
Varsayalım ki bütün istekler karşılandı terör biter mi? Ne yazık ki bunu garanti etmek mümkün değil.
Evet, çözüm silahların bırakılması, ellerin tetikten çekilmesinde. Bunda ise bölge insanının gerçekleri görmesi ve herkesin sağduyulu hareket etmesinin çok önemli rolü var.

10 Temmuz 2011 Pazar

Yeni devlet Güney Sudan

Yıllarca aynı topraklar içinde yaşadığı ülkesinden ayrılarak 9 Temmuz 2011 tarihi itibariyle 'Güney Sudan' ismiyle bildiğimiz Sudan devletinin güney kısmında yaşayan Sudanlılar için yeni bir dönem başladı. Güney Sudan, Birleşmiş Milletlerce tanınan 193. ülke oldu.
Küçük bir grubu bir tarafa bırakırsak, aynı dil, aynı kültür, tarih ve dini uzun yıllar paylaşan Sudan iki ayrı devlet oldu. Bu ayrılıkta bugüne kadar geçmiş yönetimlerin sahip oldukları değerlerin farkında olamayışları, miyoplukları ve gelecek vizyonlarının eksikliğinden ileri geliyor olduğu fikrini akıllara getiriyor.
Güney Sudanlılar önlerinde duran derin yoksulluk, temel altyapı ve hükümet kurumlarının yetersizliği ve politik güvensizlikle, aralarında önemli bir farklılık olmamasına rağmen Kuzeyden ayrılarak yeni bir devlet olmanın coşkusunu yaşıyorlar.
Bu duygu herhalde kendilerini uzun yıllardır bu güne şartlandırmış olmalarından ileri geliyordur.
Yıllarca iç çatışmalara sahne olan Sudan devleti, 2005 yılında imzalanan barış anlaşmasının bir neticesi olarak, Afrika’nın en uzun süren halk savaşı Güney Sudan'ın kurulmasıyla sona ermiş oldu. Onarca yıl süren ihtilafta yaklaşık 1,5 milyon insan hayatını yitirmiş. Güney Sudan, 2011 Ocak ayında referandum yaparak %99’luk bir çoğunlukla Sudan’dan ayrılma talebini oylamıştı. Zengin petrol yataklarına sahip olan Güney Sudan kuraklık ve uzun yıllardır süren iç savaş nedeniyle açlıkla karşı kaşıya bulunuyor. Yüz binlerce Sudanlı göçmen kampına gidiyor.
Yoksulluk ve açlık Afrika’nın bazı ülkeleriyle sanki özdeşleşmiş gibi. BM Uluslar arası Çocuk Fonu (UNICEF), Afrika Boynuzundaki kuraklık nedeniyle iki milyon kişinin yetersiz beslendiği ve yarım milyonun ölebileceği veya kalıcı zihni ya da fiziki rahatsızlıkla karşılaşacağını söylüyor. Kenya, Somali, Etiyopya ve Cibuti’de milyonlarca çocuk ve kadının karşılaştığı krizin son 50 yıldaki en kötüsü olduğunu söylüyor.
Kuraklığın etkisini sürdürmesi halinde açlıktan etkilenen nüfusun 10 milyona çıkacağı tahmin ediliyor.
Yoksulluk ve yetersiz beslenme nedeniyle yedi çocuktan biri beş yaşına varmadan hayatını kayıp ediyor zengin petrol yataklarına sahip olan bu ülkede.
Geri kalmış toplumların en belirgin özelliklerinden biriyse sahip oldukları zenginliklerinin farkında olmayışları ve ideolojik yapılaşmaya yatkın olmaları. Böylece, hedef saptırma politikalarıyla anlamsız küçük ihtilafların öne çıkarılarak asıl hedef belirleyenlerin kendi amaçlarına ulaşmalarına ortam sağlanmış oluyor.
Bir başka eksik taraf ise eğitim yetersizliği.
Bu özellikler bu toplulukların başkaları tarafından kolayca yönlendirilmesi için uygun bir ortamı oluşturuyor.
Güney Sudanlılar yeni bir devlet olmanın kendilerine çok iyi bir gelecek ve hayat standardı sunacakları umudunu taşıyor olmalılar. Çünkü zengin yer altı ve petrol kaynaklarına sahipler ama bunun hep öyle olmadığını şu anda bazı benzer ülkelerin yaşadıklarından biliyoruz. Eğer kuracakları devletin temellerini başlangıçta tam bağımsız, sağlam ve demokratik bir yapı üzerine inşa etmezlerse, gelecekten umduklarını pek bulamayabilirler.
Şimdi yeni Sudan’ın mensupları sahip oldukları zengin tabii kaynaklar, geniş verimli tarım alanları ve Nil nehrinin bereketli sularının kendilerine sunacakları zenginliklerin hayaliyle yaşıyorlar. Ancak bu zenginlikler önceden de vardı niye kullanamadılar? Bunları kullanmak için ille de ayrı bir devlet olmak mı gerekiyor?, sorusu akıllara geliyor… Bir başka önemli nokta ise, “bu zenginliklere tam manasıyla sahip olabilecekler mi?”
Temennimiz bu eski Sudanlıların, yeni Güney Sudanlıların bekledikleri refaha ve huzura kavuşmaları.