29 Nisan 2012 Pazar

Sürdürülebilir darbelerden sürdürülebilir kalkınmaya









Ülkemizde darbenin ve muhtıranın konuşulmadığı bir zaman dilimi yok gibi. Sanki bir yıllık zaman dilimi darbe ve benzeri girişimlerin garabetiyle paylaşılmış. Öylesine planlanmış ki ülkemizin bu olayları sürekli olarak tartışması, konuşması ve meşgul olması istenmiş.

Eğer bunlardan zaman kalırsa asıl yapılması gereken işlerle uğraşılsın anlayışı hâkim kılınmış…

Son günlerin yaygın konuşma, tartışma ve analiz etme konusu malum 28 şubat ve 27 nisan muhtıraları ya da demokrasiye müdahale etme girişimleri...

Madem bütün hukuk dışı müdahale ve vakalar yargıyla yüzleşecek ve aklaşacak ki olması gereken de budur, bu hususta yapılacak tartışma ve analizler de kamuoyunu aydınlatma açısından yararlı olacaktır.

Hukuk ve demokrasi kurallarını hiçe sayanların yargıyla yüzleşip hesap vermesi adalet adına yapılması gereken önemli bir icraat olacaktır.

Ülkemizin karşılaştığı darbe ve muhtıraların aylar itibariyle kronolojisine baktığımızda; bilindiği kadarıyla 28 şubat, 12 mart, 27 nisan, 27 mayıs ve 12 eylül tarihleri karşımıza çıkıyor.

Birinin tartışma ve analizi bitmeden bir sonraki devreye giriyor.

Böylece nerdeyse bu fasit daire yılın on iki ayı devam etmiş oluyor.

Bu hareketlerin ülkemiz üzerinde bırakmış olduğu derin izleri var.

Tabi bu konular üzerinde böylesine derinlemesine yorum ve analizler yapmak bundan 10 sene öncesine kadar pek mümkün değildi. Tam manasıyla demokrasiyle yüzleşmeye başlayan ülkemizde ya da bu kurum ve kuralların varlığı ve önemi ortaya çıkmaya başlayınca söz konusu çarpık yapılar da enine boyuna tartışılarak kamuoyuna doğruları anlatma ortamı doğmuş oluyor.

Artık gerçekleri saptırarak ve vatandaşın iyi niyetini istismar ederek bir yerlere varmanın mümkün olmayacağı da açığa çıkmış oldu. Her ne yaparlarsa yapsınlar dokunulmazlıkları olduğu varsayılanlar, yaptıkları yanlışlıklar ve ülkeye ödettirdikleri ağır faturaların bedeli gereği hak ve hukuk adına dokunuluyor.

Gerçekler açığa çıkarken, büyük bir yanlışın içine düşmüş olanlar da hatalarının farkına varmış oluyorlar.

Sözde kahramanlık adına yapılmış olan işlerin aslında içi boş, kof bir işin peşinden gitmekten başka bir şey olmadığı anlaşılıyor.

Belirli zaman aralıklarıyla yapılan büyük yanlışlıkların ne bu ülkeye, ne de kedilerine faydasının olmadığı gibi, ülkenin de kalkınmasına takılmış bir prangadan başka bir şey olmadığı net bir şekilde anlaşılmış oluyor.

Başkaları kendilerine sürdürülebilir kalkınmayı ve ilerlemeyi şiar edinirken, bize de sürdürülebilir darbe ve muhtırayı uygun görmüşler.

Karşımıza da içi boş birtakım kof, fakat süslü kelimeleri bariyer olarak dikmişler. Gözünüzü bunlardan ayırmayın diyerek, asıl bakılması gereken konulara set çekmişler.

Ama artık o engeller aşıldı, her ne kadar gerçekler biliniyorduysa da, prangalı oluşumuz nedeniyle net bir şekilde görüş bildirme ve savunma hakkı yoktu. Artık onlar kırıldı, ülke normalleşme sürecine girdi. Feodal yapı bozuldu. Küçük olsun benim olsun anlayışı yıkıldı. Ülkemizin kalkınma hızı arttığı gibi paylaşım oranı yükseldi. Refahın tabana yayılma devri başladı. Temennimiz ülkenin her ferdi ve her bölgesi adına iyi gelişmelerin devam etmesi.



 

25 Nisan 2012 Çarşamba

Suçlu ayağa kalk!







Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon İsrail’in Batı Şeria’daki Filistin topraklarında ileri karakol açma kararından dolayı aşırı rahatsızlık duyduğunu ifade etmiş.



Birleşmiş Milletlerin kararın illegal olmasına rağmen, İsrail Hükümeti uluslararası bir konuda ileri karakol açma kararını kendini yetkili ve yetkin görerek kararını vermiş.

İsrail’in yasalara aykırı olan bu kararı ilk değil elbette!

Zaten ilk olsaydı bugüne kadar Filistin’de yaşanan insanlık dışı olaylar görülmezdi. Her gün evleri başlarına yıkılan Filistin halkı 60 yılı aşkın süredir hür dünyanın gözü önünde bu vahşete maruz kalmazdı. Filistinlilerin kendi vatan topraklarını hapishaneden daha kötü şartların olduğu bir ortama çevirmezdi.



İşine gelmediği her hususta, her varlığı terörist ilan eden ve sadece kendisinin hak sahibi olduğunu gören bu anlayışı bugüne kadar ne yazık ki uluslararası toplum ve ilgili kuruluşlar göz ardı etmiş.



Kendi öz topraklarında kendi varlıklarını savunma amaçlarından başka gayeleri ve çabaları olmayan bu insanlar dünyanın gözü önünde maruz kaldıkları insanlık dışı muameleye tabi tutularak tarumar edilmişler.

Bu uzun süreçte başta BM olmak üzere bu kategorideki diğer uluslararası kuruluşlar, uluslararası ceza mahkemesi sessiz veya yetersiz kalarak İsrail’i cesaretlendirmiş ve yapılan katliamlara göz yumulmuş.



Eğer BM ve uluslararası toplum gerekli yaptırmaları zamanında almış olsalardı bugün bir Filistin devleti var olacaktı ve hür dünyanın gözü önünde insanlık katliamı yaşanmayacak, insan hakları ihlal edilmeyecekti. Tavşana kaç tazıya tut politikası izlenerek Filistin toprakları işgal edilmiş.

İsrail’in önce empatik davranarak kendi öz vatanlarında yaşayanları kendi yerine koyması gerekir ki onların çektiği acıların önem ve büyüklüğünü anlayabilsin, fakat kendinden başkasını gördüğü ve düşündüğü yok.

Böylesine bir şartlanmışlık içinde olması, karşısındaki insanların en temel haklarına karşı da en ufak bir saygınlık duymasına engel oluşturuyor.



Bugüne kadar yaptıklarından anlaşıldığına göre, İsrail, Filistin’in tamamını işgal etse bile mevcut alışkanlığını sürdürecek görünüyor.



Kendisini uluslararası hukuk kurallarının dışında ve üstünde tutarak ve bunun kendisine bahşedilmiş bir ayrıcalık olarak algılayan, hak ve hukuk tanımaz bu ülke başına buyruk kararlar alarak istediği ülkede kendi emellerini uygulayacağı izlenimini veriyor.

Bugüne kadar gerek Birleşmiş Milletler ve gerekse uluslararası topluluk İsrail’in yapmış olduğu kanun dışı ve insanlık dışı uygulamaları nazarı dikkate almamış ve görmezden gelmiştir. Bu hususta geçmişten günümüze kadar BM’nin hatası olmuştur ve bu ülke BM’yi arkasına aldığını görerek kanun tanımaz eylemlerine devam etmiş. BM Güvenlik Konseyi İsrail’in yaptıklarına yanlı davranmış, insan haklarını ve hukukun üstülüğünü ayaklar altına almasına göz yummuştur. Savunmasız Filistinlileri evlerinden dışarı atıp yakarak, yıkarak ve öldürerek mazlum insanların toprakları üzerine yerleşim yerleri yapmış ve yapmaya devam etmektedir.

Genel sekreter hayal kırıklığına uğradığını söylüyor, böyle bir karar karşısında sağduyu sahibi her ferdin hayal kırıklığına uğramamsı mümkün değil!

Aynı duyarlılığı BM’nin güvenlik konseyi kararlarında etkili ve yetkili olan beş daimi üyesinin de göstermesi lazımdır ki bu konudaki samimiyetlerini göstermiş olsunlar.

Uluslararası toplumdan beklenen, temerküz kampına dönüştürülen Filistin ve Gazze’nin en tabii hakları olan bir devlet statüsüne kavuşturulmasıdır.

21 Nisan 2012 Cumartesi

İslam dünyasının düşündürücü hali






İslam aleminin bir türlü toparlanmak bilmeyen üzücü ve endişe verici durumunu her gün gelişen ve çeşitlenen iletişim teknolojileri sayesinde canlı olarak takip ediyoruz.

İslamiyet’in esas olarak bir barış, huzur ve güven veren din olmasına rağmen, bunu bu şekilde kabul etmek istemeyen güçler ne yazık ki İslam dünyasına huzurun, rahatın ve temel insan haklarının gelmesini istemiyorlar.

Bu istikrarsız durum bir asrı aşkın süredir devam diyor. Gelişmiş batı ülkelerine baktığımızda kayda değer huzur ve güveni bozan olaylara pek rastlanmıyor. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra içine düştükleri yanlışlığı gören bu ülkeler, kısa zamanda bunu telafi ederek istikrar ve huzura kavuşmuşlar.

Yanı başımızda bir yılı aşkın süredir yaşanan olaylar mevcut olanlara taş çıkartır nitelikte. Suriye’deki gelişmeler gerek ülkemiz ve gerekse bölge için ve aynı zamanda İslam dünyası için önemli bir tehdit unsuru oluşturuyor.

Ortadoğu’da en güçlü ve en istikrarlı ülke olmamız ve aynı zamanda Türk - İslam dünyasına rehberlik edecek bir geleneğe, tecrübeye ve yapıya sahip olması nedeniyle, ülkemizin mevcut istikrar ve güçlenen yapısını muhafaza ederek sürdürmesi kaçınılmaz bir durum oluyor.

Ortadoğu’nun sürekli kanayan bir yara olmaktan kurtulup huzur ve istikrarın yeşermesi için görev öncelikle söz konusu ülkelere düşmekte. Kısır ve güdük hesaplardan kurtulup meseleye daha geniş bir perspektiften bakmaları gerekiyor.

Gerek Birleşmiş Milletlerin ve gerekse uluslararası toplumun huzur ve güvenin tesisi için alacağı kararların ve uygulamaların bu ülkelerin alacağı tedbir kadar keskin olmuyor.

Ama ne yazık ki ufak tefek ayrıntılar yüzünden parçalanmış ve uzlaşmaz bir tutum içine giren bu ülkeler ve bu kırılgan yapıyı kullanarak empati oluşturarak kendilerine yaklaşanların oyunlarına gelerek özlenen birlik ve beraberlik geçtiğimiz yüzyıl ve bulunduğumuz yüzyılın başlarına kadar bölgede kalıcı ve sürdürülebilir bir barışın sağlanmasına imkan vermemiş.

Bu hususta bir de lider yoksunluğu ve olanlarında ülkelerin ve milletlerin menfaati yerine kişisellik üzerine kurulu olması maalesef bu ülkelerin bugün içine düşmüş olduğu kötü zemini hazırlamış.

Ülkemizin her fırsatta her alanda işbirliği yaparak önderlik etme çabası istenilen seviyeye ulaşamamış.

Bunda gerek bu ülkelerin ülkemize karşı tam bir sadakatle bakamayışlarındaki eksiklik mi, yoksa özellikle milliyetçilik ve birazda ırkçı duyguların öne çıkmasından mı kaynaklanıyor sorusunu akla getiriyor.

Bu ön yargıların aşılmasında elbette karşılıklı güvenin tesis edilmesi önemli rol oynayacaktır. Özellikle güçlü iktidarlar döneminde, ülkemizin gerek köklü bir devlet geleneğine ve gerekse liderlik vasfına sahip olması hem bölgemiz ve hem de bölge ülkeleri için hayati bir özellik arz etmektedir. Bu ülkelerin güçlü bir Türkiye’nin varlığından memnuniyet duymaları gerekir.

İran’ın meselelere yaklaşımı mezhep ağırlıklı olduğu gibi, Irak’ı da bu hususta etkisi altına almaya yönelik bir tutum içinde olduğuna dair işaretler veriyor.

Aynı zamanda Suriye’de yaşanan insanlık dışı olaylar karşısında mevcut yönetime karşı sempati duyması hem kendisi ve hem de bölge için fayda yerine zarar getirecek ortamın hazırlanmasına katkı sağlamış oluyor.

Fransız Dışişleri Bakanı Juppe, Suriye’deki durumun daha geniş bir alana yayılacağı ikazını yapıyor.

Yakın çevremizde bulunan bir başka ölüm ve gözyaşını yaşayan Filistin halkı ise her an İşgalci İsrail’in saldırı endişesini taşıyor. Irak’ta patlamaların durduğu yok. Yine yıllardır yabancı güçlerin işgali altında bulunan Afganistan’a sözde barışı getirmek için gelen koalisyon güçleri ülkeyi daha da kötüye götürdü. Açlık, sefalet, yoksulluk insan hakları ihlalleri kol geziyor. Taliban denilen kandırılmış bir illegal gücün ülkeye vermiş olduğu zararın telafisi mümkün olmadığı gibi yıllardır yaptığı bu yanlışlıktan dönmesi işgal güçlerinin kozunu ellerinden almış olacak…

Pakistan ve ihtilaflı bölge olan Keşmir’de ise huzur, güvenin ve istikrarın olduğunu söylemek mümkün değil. Haber ajansları gün boyu İslam ülkelerindeki yaşanan insanlık dışı olayları dünyaya geçiyor. Ne yazık ki İslam dünyası tabiri caizse kan ağlıyor. Olmayanlar da ise belli güçlerin menfaati olmasından dolayı şimdilik yok. Hiç temenni edilmez ama ne zaman ki onlarında akarları kesildiği zaman maalesef kırılgan yapıyı istismar edenler devreye girecektir.


20 Nisan 2012 Cuma

Gross national happiness: new paradigm





Continuously changing and developing conditions in the world urge human beings to find new solutions, new evolutions and new paradigms.

Continuously developing new technologies, increasing population, quick urbanization, consuming habits, ecological deterioration push the global society to adopt new paradigms in human life.

In recent times, a new paradigm has being discussed. The new paradigm in the economic and social areas would be “gross national happiness” (GNH) instead of gross domestic product (GDP). The new paradigm would be more inclusive including economic growth, environment and wellbeing in the form of democracy. In the future growth of any country may be measured by “gross national happiness” (GNH) instead of GDP.

The said paradigm has a nearly 40-year history which goes back to the early 1970s and had been introduced by the Himalayan nation of Bhutan as a new measurement of national prosperity, focusing firstly on people’s well-being rather than economic productivity.

The assessment of gross national happiness (GNH; was designed in an attempt to define an indicator that measures quality of life or social progress in more holistic and psychological terms than only the economic indicator of gross domestic product (GDP).

In recent years, there has been growing interest in this concept– known as “gross national happiness” (GNH) – with the UN General Assembly adopting a resolution in 2011, regarding the gross domestic product (GDP) indicator “does not adequately reflect the happiness and well-being of people in a country.

The reason for the new paradigm stems from today’s unprecedented ecological, economic and social challenges which have made the achievement of happiness and well-being an unachievable goal for many.

The experiences and developments across the world urge to build a new, innovative guiding vision for sustainability and the future.

The new concept will aim happiness of people instead of nations itself…

We know that today many countries have annually big growth rates, but their peoples cannot get enough shares from those growth, wellbeing and prosperity. Also achieving only growth - disregarding other basic values - has come a point that cannot be maintained in the world.

The UN marks the need for a new economic paradigm that recognizes the parity between the three pillars of sustainable development such as social, economic and environmental well-being are inseparable.

Altogether, they define gross global happiness.

It is also marked to the new paradigm in favor of the planet, which suffers from environmental pollution, require a new economic paradigm to take into account not only economic growth but also protect environment.

The expectation from the new paradigm to bring a more inclusive, equitable and balanced approach that would promote sustainability, eradicate poverty and enhance well-being and happiness.

Basic and humanitarian reason of the new paradigm is to constitute human rights and justice, opportunities and decent jobs, affordable health care, education, good governance and energy access rather than only letting gross domestic product grow.

United Nation expects that by 2015 the international community will have adopted a sustainability-based economic paradigm, committed to promoting true human well-being and happiness, and at the same time ensuring the survival of all species with which we share this planet.

The new paradigm would be also discussed at the UN Sustainable Development Conference, also known as Rio+20, in Brazil in June.

If the new paradigm is adopted across the world as the new yardstick to measure economic growth, new concepts would enter into force and new paradigm will take human beings in the front plan instead of only economic development, as well as mew sanctions will be carried out.

Besides efforts for a better future for all in order to achieve this goal, also action should be taken to implement the rhetoric. 

18 Nisan 2012 Çarşamba


Orta sahada top koşturma devri bitti



Yıllar yılı Türkiye’ye orta sahada top koşturmak veya gol atmak amaçlanırken, diğer taraftan da birilerini kahraman edasıyla ileri sürüp ülkeyi kurtarmak üzerine kurulmuş çirkin bir senaryonun uzun yıllar sergilenişini yaşamış ve seyretmiş ülkemiz.

Bunu da kime yaptırmışlar, ülkenin önde gelen kurum ve kuruluşlarına ki bunlar gerek almış oldukları eğitim ve gerekse bulundukları konum itibariyle bir ülkenin önde gelen, saygın ve dokunulmaz şahsiyetleri ve kuruluşları…

Gözbebeği diye nitelendirilen kurum ve şahsiyetler, ülkesini sevenlerin gönlünde taht kurmuşlar.

Birileri işi tam otomatiğe bağlamış periyodik aralıklarla düzen normalleşmeye ve şaha kalkmaya başlayınca vesayetçi zihniyet devreye girmiş. Ne yazık ki bu durum periyodik aralıklarla uzun yıllar devam etmiş.

Kim yararına? İçerde belli bir azınlığın dışarıda ise ülkemizin kalınmasını ve büyümesini istemeyen bir sürü güçlerin lehine. O malum ‘bir şeyler elden gidiyor’ yaygarası zamanı geldiğinde hemen saklandığı dolabından çıkarılıp piyasaya sürülmüş.

Bazı sözde kahramanlar da verilen rolleri sahneleyerek, kendilerine müdahale alanı açarak amaçlarına ulaşmayı bir alışkanlık haline getirmişti.

Geriye dönüp yapılanlara ve yaşananlar bakınca, insan kendisine; ‘Kim bunlar’, sorusunu sormadan duramıyor.

Göz bebeği diye gönlümüzde taht kurduklarımız bunlar mı, sorusunu sormaktan da geri duramıyor. İşte bu son elli altmış senede yaşadıklarımız köklü bir devlet geleneği olan ülkemize yakışan bir durum değil idi. Hemen hemen her on senede bir hızlanan ülkemizin, önünü kesip zayıflatırken bu arada belli bir azınlık da tabiri caizse köşeyi dönmüş oluyordu. Bunun temel nedeniyse ilgili kurum ve kişilerin bulundukları yerin mana ve önemini kavrayamadıkları gibi ve görev sınırlarını aşmada da hiç yeis göstermemiş olmalarıydı.

Son yıllarda alışmış oldukları o düzen kalmadı. Her ne kadar o eski alışkanlıklar sürdürülmek istendiyse de, karşılarında gücünü hukukun üstünlüğü ve millet iradesinden alan, meşru bir cesaret örneği gösteren tutarlı ve kararlı bir yönetimle karşılaştıklarından dolayı o eski alışkanlıklarını sürdüremediler. Kendilerine göre haklı buldukları argümanlarının da ne kadar kof olduğu net bir şekilde açığa çıkmış oldu.

Bunun neticesinde kazanç herkesin oldu; bu ülkenin ve bu ülke insanlarının olduğu gibi, dış âleme karşı da ülkenin itibarı korunmuş oldu.

Artık ülkemizde yeni bir dönem başlamış, istikrar, güven ve huzur gelmiştir. Kalkınma için de bu temel unsurların varlığı kaçınılmazdır. Samimiyetle ve içtenlikle ülkesini, milletini ve milletinin kalkınmasını isteyenler için de bu temel unsurlar esastır.

Bütün bu olmaması gerenler neden uzun yıllar süregeldi.

Eğitim eksikliği mi, anayasa ve kanunlardaki boşluk mu ya da görev sadakatine duyulan bağlılık eksikliği mi?

Üzerinde durulması, varsa düzeltilmesi gereken hayati bir husus. Özellikle de yeni bir anayasanın yapıldığı dönemde bu hususların gözden geçirilmesi; yasal açıdan varsa bir eksiklik bu önemli konuyu hukukun üstünlüğü ve insan hakları ilkeleri çerçevesinde ele alarak hal yoluna koymak gerek ülkemizin selameti ve gerekse bu ülkeyi paylaşan her fert açısından yerine getirilmesi gereken önemli bir konu olsa gerek.

Yaşananlar ülkemiz gibi köklü geçmişi ve devlet geleneği olan bir ülke ile bağdaşmadığı gibi, insani değerlerle de hiç bağdaşmamıştır.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Suriye'de hukuk ve insan hakları ihlali nereye kadar

 



Tunus’la başlayan Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin bir kısmını kapsayan rejim aleyhtarı ayaklanmanın şu andaki son durağı olan Suriye’deki çatışmalar hız kesmeden etkisini artırarak sürdürüyor. Bu kötü gidişin neticesi olarak ülkemize Suriye’den gelen sığınmacıların sayısı 25,000’e ulaşmış.

Yakın sınır komşumuz olduğu kadar, çeşitli yönlerden yakın bağlarımızın da olduğu Suriye’yle asırlar boyunca süren birlikteliğimizin tabii bir sonucu olarak, ülkemiz bu ülkenin zülüm yönetiminden kaçarak canlarını kurtaranlara kapılarını açarak insani görevini yerine getirmekte...

Rejim muhalefetiyle ayaklanmaların yaşandığı bölgedeki diğer ülkeler, Suriye gibi fazla kargaşa yaşamadan rejim değişikliğini gerçekleştirip nispeten huzura kavuşmuşlar. Henüz tam manasıyla geçiş dönemini tamamlayıp normal döneme geçmemiş olsalar da önemli mesafe kat etmiş oldukları görünüyor.

Suriye’deki belirsizlik ise etkisini sürdürüyor.

Ülkede yaşanan sıkıntılı duruma çözüm bulmak amacıyla elçi olarak görevlendirilen eski Birleşmiş Miletler genel sekreteri Kofi Annan’ın görüşmeleri sonucunda alınan ve ‘Annan Planı’ olarak isimlendirilen 6 maddelik plan gereği Suriye askerlerini şehirlerden çekmesi bekleniyordu. Ancak görünürde bu planın işlerlik kazanmadığı ve savunmasız sivil halkın üzerine ağır silahlarla saldırıların sürdüğü gözleniyor.

Suriye'den istenen ve beklenen haksız yere savunmasız insanların öldürülmesinin durdurulması ve demokratik ülkelerde yapılan seçimlerin düzenlenerek iş başına seçimle meşruiyet kazanmış bir yönetimin gelmesini sağlamak. Suriye halkının isteği adil ve demokratik usullerle yönetime katılmak.

Suriye yönetimi bu isteklere yönelik adım atmadığı sürece ülkeye huzur ve güvenin gelmesi uzun zaman alacak ve ne yazık ki masum insanların haksız yere ölmeleri devam edecek.

Uluslararası toplum ve Birleşmiş Milletler Suriye konusunda göründüğü kadarıyla kararlı bir irade ortaya koymuş görünmüyor. Daha basit meselelere gösterdiği hassasiyet ve ciddiyeti Suriye konusunda görmek ne yazık ki mümkün görünmüyor.

Rusya, İran ve Çin’in Suriye yönetimini desteklemesi nedeniyle Suriye’deki muhalifler ve savunmasız halk mevcut yönetimin sınır tanımaz ölüm saçan saldırılarına maruz kalmaya devam edecek.

Suriye’nin konumunun Lübnan’dan farklı olduğu, NATO’nun direkt müdahalesinin olmadığı gibi, muhalif güçler de kendilerini savunacak yeterli bir lojistik desteğe sahip değiller.

Ancak Suriye yönetiminin mali kaynaklarının fazla olmadığı, ayakta kalması için dışarıdan destek alması gerektiği; bunların kesilmesi ve bitmesiyle mevcut yönetimin zayıflayacağı ve bu şekilde mücadeleyi kaybedeceği öngörülüyor.

Suriye yönetiminin masum halka karşı hukuk ve insan hakları konusunda ihlaller yaptığı ve bu konuda hiç ayrım gözetmeden saldırılarına devam ediyor.

Uzmanların ifadesine göre savaş hukuku, özellikle savaşta acımasızca saldırmayı sınırlandırıyor. Masum,  savunmasız sivilleri direkt saldırıdan koruyor ve savaşta bu tür olaylara maruz kalma durumunu minimize ediyor. Siviller üzerine maksatlı saldırıyı ve kalkan olarak kullanmayı yasaklıyor; aynı zamanda yaralananlara ya da gözaltına alınanlara insani muameleyi gerektiriyor, ilaç yardımı sağlayanların korunmasını sağlıyor, insani yardımların teslimini kolaylaştırıcı çabaları zorunlu kılıyor. Bu zorunluluklara dikkat etmeyenlere cezai mesuliyet uygulaması yapılıyor…

Buna göre mevcut Suriye yönetimi savaş hukuk ve temel insan hakları ihlalleri yapmış oluyor. Bakalım uluslararası toplum bu hukuk dışılığa ne kadar seyirci kalacak.