Teknolojik ilerlemeler her geçen gün yeni bir ürünü insanlığın hizmetine
sunuyor.
Teknolojik gelişmelerin, yeni buluşların temel kaynağını
araştırma ve geliştirmenin yanında, düzenli çalışmaya verilen önem oluşturuyor.
Araştırma ve geliştirmenin kaynağı ise üniversitelerin yanında,
çeşitli alanlardaki kuruluşların kendi bünyelerinde bu amaçla bir bölüm oluşturmak;
rekabetin giderek artış gösterdiği günümüz şartları bunu zaten zorunlu hale
getiriyor.
Aynı zamanda bazı şirketler bu konuda üniversite işbirliğine de
giderek çalışmalarını yürütüyorlar.
Sürekli araştırma yapan, bulunan yeni ürünleri ve mevcutların da
yeni sürümlerini piyasaya sunan firmalar bu ürün ve hizmetlerin sahip oldukları
üstün özellikleri oranında rakiplerini geride bırakarak pazar paylarını artırma
çabası içinde oluyorlar.
Kalkınmış ülkelerin elde ettikleri başarının arkasında yatan
gerçek Ar-Ge hizmetlerine yaptıkları yatırım ve kesintisiz bir araştırma
anlayışından ileri geliyor…
Teknoloji, bilim her geçen gün ilerliyor, yeni yeni ürünler
insanlığın hizmetine sunuluyor.
Ancak küresel ısınma, iklim değişikliği ve tabii kaynakların sürekli
artan insan faaliyetleri neticesinde giderek azalma eğilimine girmiş olduklarını
görüyoruz.
Bu sağlıksız durum dünyadaki ekonomik faaliyetleri yeni bir
görüşe, yeni bir modele doğru zorluyor.
Yeni kalkınma modeli söz konusu kaynakları korumak ve
sürdürülebilir bir yapıya kavuşturmayı amaçlıyor.
Bu yeni model klasik usulde kalkınmasını tamamlayamamış olan
ülkeler için bir fırsat olabilir.
Bu yeni yolu seçerek bu usulle kalkınmasını tamamlayabilir,
mevcut yatırımları bu yeni usule doğru adapte etmeleri gerekiyor.
Bu konularda kalkınmış ülkelerin yoğun çaba içerisinde
olduklarını çeşitli vesilelerle öğreniyoruz.
Kalkınmakta olan ve geri kalmış olan ülkelere baktığımızda ise ağırlıklı
olarak İslam ülkelerini görüyoruz.
İslam ülkelerinin en büyük eksikliği ise istikrarsız bir yapıdan
kendilerini bir türlü kurtarıp asıl gündeme kavuşamamaları oluyor.
Özellikle Ortadoğu ve buna yakın coğrafyada bulunanlar kan ve
gözyaşından kendilerini kurtaramıyorlar.
Zengin olanlarda ise bir araya gelememe, mali ve ekonomik güçlerini
birbirlerinden çekinerek bir araya getirememe korkusunu yaşadıkları bir görüntüyü
sergiliyorlar.
Emperyalist güçler sanki söz konusu ülkelerin hür iradelerini
kullanmalarında engel oluşturuyor.
Ağırlıklı olarak değişik ölçeklerde iç çatışmalar, savaşlar,
ırkçılık, terör, patlamalar ve benzeri olmaması gerek bir olaylar zinciri ile
iç içe yaşadıklarını görüyoruz.
Bu tip olayları; ne ırkçılık ve bölücülük ve ne de benzer
hadislerin varlığını hiçbir kalkınmış olan ya da kalkınma yolunda ilerleyen
diğer batılı ülkelerde göremiyoruz, bu da küresel huzur ve güven için istenen
bir durum. Bu istikrarın ıstırap çeken ülkelere de aktarılması ve uygulanması
küresel ölçekte eksik kalan kısmın önemli bir kısmının tamamlanmasını
sağlayacaktır.
İslam ülkelerinin içinde bulunduğu tablo böyle acıklı olunca,
ister istemez demek ki emperyalist güçler rol paylaşımını yaparken kendilerine
hep iyi rolleri ayırmış, karşı tarafa ise kötü rolleri vermişler.
“Siz ırkçılıkla uğraşın, fraksiyonlara ayrılarak çatışmalarla
uğraşın, vaktinizi meydanları doldurarak geçirin, biz de her konuda sizi her
bakımdan sömürerek ilerlememize devam edelim,” diyorlar...
Bu senaryo kötü yazılmış, bu bunu değiştirmek ise akıl ve mantık
yolunu harekete geçirerek İslam ülkelerinin elinde….