10 Mayıs 2014 Cumartesi

İslam âlemine huzur nasıl gelir?




İslam dünyasının içinde bulunduğu sorunlar karşısında ortak ve dış politika geliştirmede yetersiz kalışını görüyoruz.

Günümüz dünyasında gördüğümüz ve anladığımız kadarıyla dış politika çok daha bir önem ve anlam yüklenmiş durumda.

İletişim teknolojilerinin çokluk ve çeşitliliği olayları takip etmek ve bilgilenmek açısından geçmişe göre önemli fırsatlar sunuyor.

Dünyada iyi ya da kötü gelişen olaylar anında hedef kitlelere ulaşıyor.

Tabi hala kapalı rejimlerdeki gelişmeleri tam olarak elde etmek mümkün değil...

Şu anda İslam âlemine baktığımızda siyasal yönetim olarak başlıca üç temel grup görünüyor.

Birincisi bizim gibi demokrasi ile yönetilenler…

İkincisi geçiş döneminde olanlar, özellikle Arap Baharı diye nitelendirilen ülkeler ki baharları kışa döndürülmek isteniyor.

Üçüncüsü ise halk iradesinin tam tecelli etmediği oligarşi yönetimleri.

Yine İslam âleminde sesleri çıkanlar, daha doğrusu uluslar arası meselelerde seslerini haktan, mazlumdan ve mağdurdan yana çıkaranlar ve çıkarmak istemeyenler diye de bir tasnif yapmak mümkün.

Bizim gibi sesini mazlumdan ve mağdurdan yana çıkaran kaç ülke var diye baktığımızda sesini çıkaracak pek fazla ülkeyi ne yazık ki görmek mümkün değil.

Bu da 1,5 milyarlık İslam dünyasında İslam âleminin ne kadar pasifize edilmiş olduğunu mu, yoksa pasif davranmaya şartlanmış olduğunun göstergesi mi oluyor, diye bir değerlendirme yapmaya yöneltiyor insanı...

İslam âleminin dış politikadaki yetersiz kalışını görüyoruz.

Ya da karşılaştığı olaylar karşısında uluslar arası ortamda yeterince politika geliştiremediğini görüyoruz.

Bunun bir nedeni İslam âlemindeki parçalanmışlık, gücünü toparlayamaması, birleştirememesi ve bunu gerek kendisi ve gerekse dünya barışı için kullanamaması…

Sorunlar karşısında, bunları elimine edecek, mağduriyetini anlatacak politika geliştirememesini görüyoruz.

Uluslar arası arenada bu hayati boşluk sömürü düzeni için uygun bir ortam oluşturuyor.

Emperyalistler bu boşluğu, bu pasifize edilmiş ve bastırılmış durumu çok iyi kullanıyor.

“Nasıl olsa ses çıkaran yok, bu ortamı lehimize en yüksek biçimde kullanalım” anlayışı hâkim oluyor.

Dolayısıyla uluslararası gelişme ve şekillenmeler bu anlayış çerçevesinde cereyan ediyor.

Bundan da bütün İslam âlemi zarar görüyor dersek herhalde yanlış bir sonuç çıkarmamış oluruz…

Yıllardır birçok İslam ülkesinin canlarıyla, mallarıyla ödediği ağır bedeller var.

Buna ne Birleşmiş Milletler ve ne de Uluslar arası toplumun sesi yüksek çıkan üyeleri çare olmamış ve de olamaz!

Buna çare olmak için birkaç çözüm yolu görünüyor.

Bunlar kısa ve uzun vade şeklinde sıralamak mümkün.

Kısa vade de en kestirmeyle bir akil insanlar heyeti kurarak bu ülkelerde mekik dokumak.

Bu ülkelerin mevcut yapı içinde endişelerini izale etmek; çünkü bu ülkelerin dilleri farklı fakat hepsi İslam, buradaki en önemli farklılık ise yanlış veya doğru farklı mezheplere sahipler.

Doğru olanlara lafımız yok, yanlış olanlara da "tamam sizin mezhebiniz sizin olsun, fakat madem biz Müslümanız diyorsunuz gelin bir ortak payda da buluşalım", politikasını geliştirmek gerekiyor.

Nerede bir Müslüman mağdur olursa, bu mağduriyeti gidermek için ortak ses çıkaralım anlayışını oluşturmak gerekiyor.

"Bu hususta ortak bir diploması politikası geliştirelim."

Etkili bir diplomasi bugünün en önemli bir silahı durumunda.

Etkili bir diploması haksızı dahi haklı duruma getiriyor.

Bunu en bariz örneği Filistinliler “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” konumuna düşürüldü.

Bunun bir nedeni İslam ülkelerinin sessizliği ve dış politika yetersizliği; ikincisi ise karşı tarafın %100 haksız olmasına karşın uluslar arası arenada geliştirdiği dış politika ve diplomasi dili sayesinde kendini haklı duruma getirmiş olması.

Netice olarak İslam âleminin bir toparlayıcıya, bir birleştiriciye ihtiyacı var, haklı davasını demokratik ve diplomatik bir üslupla savunacak bir yapıya ihtiyacı var! Bu toparlanmayı ve ortak bir payda da buluşturmayı yapacak ülke ise herhalde bizden başkası değildir diye düşünüyor insan.