30 Haziran 2012 Cumartesi

Osmanlı çınarı

 
 

Osmanlı imparatorluğunun çöküşünde etkin olan hadiselerden biri de milliyetçilik akımlarının harekete geçirilmesi olmuştu. Üç kıtaya hükmeden imparatorluk, ırkçılığa dayalı akımların ön plana çıkarılmasıyla 600 küsur yıllık cihan devleti, bugün içinde bulunduğumuz sınırlar içine çekilmek zorunda kaldı.
İçine çekildiği sınırlar da imparatorluğun nüvesini oluşturuyordu. Yani çekirdek bugün içinde bulunduğumuz coğrafyada bulunuyor. Osmanlı imparatorluğu bu topraklardan dal budak salarak üç kıtaya yayılmıştı.
Sürekli olarak akıllarına gelen her türlü yolu deneyerek ülkemizin başına gaileler açmak isteyen iç ve dış güçlerin korkusu, bugün sahip olduğumuz o özün bir gün eski günlerdeki ihtişamına kavuşma endişesinden ileri geliyor.
Günümüz dünya konjonktürü o günlerden çok farklı. Günümüzde genişlemeyi sağlayacak şartlar ülkemizin kendi iç dinamiğinde yer alıyor. Sahip olduğu köklü devlet geleneği, liderlik vasfı ve yüksek kalkınma hız ve potansiyeline sahip olması, bölgesinde ve dünyada sürekli öne çıkmasına zemin hazırlıyor.
Günümüzde ülke olarak yaşadıklarımıza bakarsak, Osmanlıyı yıkan kirli oyunların bitmediğini görüyoruz!
Değişik şekillerde, değişik tarihlerde, değişik versiyonlarda o kirli oyunlar tekrar tekrar sahneye konulmak isteniyor. Daha doğrusu kendisine uygun ortamı bulunca hiç gecikmeye tereddüt etmeden görevini ifa etmeye çalışacaktır. En acı ve en bariz örneği olarak, 30 yıldır ülkemizi ırkçılık kışkırtmasıyla kana bulayan terör örgütünün varlığı çirkin emelleri olanların en büyük kozu...
Dışarının kışkırtması içeride ise bu oyunun gerçek yüzünü göremeyen zavallılar ve görenlerinde üç günlük kişisel menfaati gereği ülkemiz üzerinde oynan çirkin emellere alet olmak suretiyle, güvenlik ve geleceğimiz riske atılmakta.
Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde imparatorluğun başına çöreklenen vizyon ve misyon yoksunu, makam düşkünü ittihatçıların yanlış kararları neticesinde imparatorluk tarih sayfalarındaki yerini almıştı.
İmparatorluk tarihteki yerini aldı ama bakiyesi olarak kalmak birilerine ürküntü vermeye devam ediyor. Ya o günler geri gelirse endişesini yaşayanlar var. Ki o günler çok sayıda etnik yapılı olmasına rağmen, imparatorluk bu çoklu yapıyı hak ve adalet içinde yönetilmiş, gittiği yere medeniyet, adalet ve hoşgörü götürmüştü.
Osmanlı, tarihin şanlı sayfalarında yerini almış ama ihtişamı, zulme karşı duruşuyla bırakmış olduğu izlerini yanlış yorumlayanların ve yanlış algılayanların zihninde de gereksiz bir korkuya dönüşmüştü.

Meseleye aklıselim penceresinden bakabilseler güçlü bir Türkiye’nin sadece kendisine değil bütün dünyaya adalet ve huzur getireceğini fark edecekler. Aksini düşünmek bu ülke insanlarının yapısına ters düşmektedir!
Gördüklerimiz ve yaşadıklarımızın bize hatırlattığı güçlü bir Türkiye’nin varlığının istenmediğidir. 
Bu nedenle karşılarında güçlenmiş değil, alabildiğine güçsüz bir Türkiye görmek istiyorlar.
Türkiye’nin çoğu devletlerden farkı ise; zengin, şanlı ve örnek alınması gereken bir tarihe sahip olmasıdır.
Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da zaman zaman ifade ettiği, “Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok, Türkiye’yi test etmeye çalışmasınlar” gerçeğinin bilinmesi gerekiyor.
Türkiye her güçlüğü yenecek tecrübe, akla ve güce, devlet geleneğine de sahip bir ülkedir.
Tarihimiz şanlı zaferlerle doludur.
Canını, malını vermekten çekinmez. Yeter ki bıçak kemiğe dayanmış olmasın, ok yaydan fırlamış olmasın!
Şehit cenazeleri geldiğinde, “Beni de silah altına alın, ben de çarpışmak istiyorum” diyerek 50 – 60 yaşındaki şehit yakınları bu uğurdaki duygularını haykırıyor.
Bu haykırış, belki o anın vermiş olduğu öfke ve acıdan ileri geldiği şeklinde yorumlanabilir.
Fakat işin aslı öyle değil, o gerçekten samimiyetle söylenmiş, içten gelen haykırıştır!
Irkçı ve milliyetçi akımlar ve duyguların öne çıkarılmasıyla Osmanlı imparatorluğu dağıldı, netice olarak bu da çok sayıda devletin kurulmasına yol açtı.
Sadece yakın çevremize baktığımızda yaklaşık bir asırlık zaman geride kalmış olmasına rağmen bu devletler bir türlü istikrara kavuşamamışlar. Çünkü temelleri sağlam atılmamış. Kırılgan bir yapı içinde tutuluyorlar. Karşılaştıkları sıkıntıların giderilmesi mevcut devlet yapısı içinde mümkün olamamakta, çünkü bu kırılgan yapı karşı tarafın işine yaramaktadır.
Osmanlı çınarının dalları, budakları kesildi, koparıldı ama gövde sağlam duruyor, yeşermeye başladığını fark edenler haşaratlarını salıyorlar…
Endişeleri her bakımdan boşuna…

22 Haziran 2012 Cuma

G20'nin çelişkisi

 



2008 yılında başlayan küresel ekonomik kriz, 2010 yılında mola verdikten sonra, yaklaşık bir yıldır etkisini tekrar göstermeye başladı.

Ekonomi literatüründe çifte etkili durgunluk şekilde de yorumlanan 2008’de başlayan ve bir müddet ara verdikten sonra tam olarak iyileşme göstermediği için tekrarlama belirtileri gösteren kriz bütün dünya ekonomisini endişeye sevk ediyor.

Dolayısıyla uluslararası yapılan her toplantıda gündem maddesini ağırlıklı olarak küresel ekonomik kriz oluşturuyor. Özellikle ekonomik, mali ve finansal istikrarsızlıklar uluslararası toplantılarda tartışılarak çözüm aranıyor.

Küresel ekonominin kötüye gitmesinin neticesi olarak işsizlik oranlarını yukarı çekerek önemli bir problem olarak krizin ağır olarak yaşandığı ülkelerde önemini muhafaza ediyor. Meksika’nın Los Cabos sayfiye şehrinde yapılan G20 toplantısının konusu Avrupa’da, özellikle avro bölgesi ülkelerinin içine düştükleri ekonomik sıkıntı ve işsizlik konusu ağırlıklı olarak tartışılan konular oldu.
Yunanistan’da seçimi parasal birlikten yana olan partinin oyların çoğunluğunu alması birliği ferahlandıran bir sonuç olarak yorumlandı, küresel istikrar açısından.
G20'nin sonuç bildirgesinde, grubun son toplantısından bu yana küresel ekonominin iyileşmesinin bazı zorluklarla karşılaşmasının söz konusu olduğu; finans piyasasının tansiyonunun yüksek olduğu; uluslararası mali ve finansal istikrarsızlıklar, büyüme ve istihdam beklentileri ve güven üzerinde büyük bir etkiye sahip olarak ağırlığını sürdürdüğü; netice olarak küresel ekonominin kırılganlığını sürdürdüğüne dikkat çekildi.

Bu kırılganlığın neticesi olarak dünya genelinde insanların günlük yaşantıları üzerinde negatif bir etki yaptığı, iş bulma, ticaret, gelişme ve çevreyi etkilediği şeklinde hayati konulara vurgu yapıldı.

Böylece G20 iyileşmeyi güçlendirmek için birlikte hareket etmek, talebi güçlendirmek ve güveni onarmak, büyümeyi desteklemek ve ülkelere vatandaşlarına yüksek kaliteli istihdam ve fırsatlar oluşturmak için kolektif olarak çalışmaları önerildi, finansal istikrarı destekleyerek...
Bu hedefleri başarmak için iş eylem planı kabul edildi.

G20’nin Avro bölgesi birliği ve istikrarı korumak için gerekli tedbirleri alacak, netice olarak ekonomik ve ticari faaliyetlerin canlanması, talebin artması için ilgili ülkelere tavsiyelerde bulunuldu.

Ancak bu kararların çelişkili bir yönü vardı.

Gerek birleşmiş milletler ve gerekse uluslararası toplum bir taraftan küresel ekonominin tabii kurallarının işletilmesi için teşvik ve tedbirler alıp uygulamasını isterken, diğer taraftan bazı ülkelere ısrarlı ekonomik ambargo uygulaması büyük bir çelişki oluşturuyor.

Kapalı toplumlar da dahi görülmemiş bir anlayışla ve ölçüde bazı ülkelere ekonomik ambargo uygulanıyor. Bunlardan biri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, uzun yıllardır ekonomik ambargo altında bulunuyor. Meselenin yetkililer tarafından zaman zaman toplantılarda dile getiriliyor olmasına rağmen, uluslar arası toplum bu konuya sağır ve duyarsız kalmayı tercih ediyor. Bu çelişkili anlayış, mantıken ekonomik canlanmayı öneren ve teşvik eden uluslar arası toplumun gerek evrensel insan hakları ve gerekse uluslararası hukukla bağdaşmayan bir karar olarak algılanıyor.

Her fırsatta küresel olarak ekonominin canlanması için teşvik unsurları harekete geçirilirken, Kuzey Kıbrıs’a aksi yönde bir yaptırım uygulanması, gerek insan hakları ve gerekse uluslar arası hukukla mantıken bağdaşmaması gerekir.

İnsan hakları ve evrensel hukuk kurallarına ters düşen bu haksız uygulamanın kaldırılması gerekir, çünkü bu uygulamada hukuksuzluk ve insan haklarına aykırılık var.


21 Haziran 2012 Perşembe

Bu mesele terör ağalarının meselesi






Son saldırı hadisesi bazı gerçeklerin açığa çıkmasını vesile oldu…

Terör örgütünün bugüne kadar yapmış olduğu açıklamalarla samimi olmadığını, oyalama taktiği uyguladığı, sessiz ve sakin göründüğü zamanlarda da lojistik olarak kendini güçlendirdiği iyice anlaşılmış oldu.

En önemlisi de arkasında çok sayıda destek veren güçlerin olduğu iyice anlaşılmış oldu. Görünüşte dost bildiklerimizin terörün önlenmesinde samimi olmadıkları da belirginleşti.

Bilinmesi gerekenin iplerin kimlerin elinde olduğudur, irade başkasınındır. Ne stratejik ortağımızın, ne de din, kültür ve tarih birlikteliğimizin olduğu komşularımızın bu konuda samimi olmadığı bir kez daha ortaya çıktı.

Bu meselenin Kürt meselesi diye yıllardır lanse edilmesi, işin gerçek yönüyle hiçbir ilgisinin olmadığını iyi bilmek gerekiyor. Bu varsayımı sadece bu hususta kalkan olarak kullanarak zaman kazanmak ve hain emellerine ulaşmada işin kolaylaşmasını sağlamaktan başka bir amaç gütmemekte.

Yeryüzüne geniş bir açıdan bakıldığında o kadar çok mazlum milletler var ki yerlerinden sürülmekte, kendi öz vatanlarından olmaktalar ya da ölüme mahkûm olmaktalar.

İşte en bariz örneği Suriye ve Filistin… Biri zulümle varlığını sürdürmek için kendi ülke vatandaşlarına bomba yağdırmakta; Filistin ise 60 yıldır İsrail’in zulmü altında inim inim inlemekte, insan haklarının öngördüğü temel haklardan yoksun bir şekilde varlığını sürdürmeye çalışmakta.

Kürt sorunu diye ülkemizin içine düşürüldüğü bu hain tuzak haklar üzerine kurgulanmış. İnsan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü konusunda ülkemizin hiçbir bölgesinde ayrımcılık yapılmamakta. Anayasa bir, kanunlar bir, meclis bir, bütün kurumların hepsi aynı kanun ve kurumlara tabiler.

Bu ülkenin bütün fertleri aynı hukuki şemsiyenin altında olduklarına göre, haklar meselesi bir göz boyamadan başka bir şey değil.

Gerek ülkemizin doğu ve güneydoğu bölgesinde ve gerekse diğer bölgelerinde resmi dil olan Türkçe konuşulduğu gibi yöresel dillerde konuşulmakta. Özellikle dil kalkanını kullanarak istismar yolunu maksimum seviyede tutarak terör estirenlerin bu istekleri de açılım politikalarıyla önemli ölçüde, hatta tamamen yerine getirilmiş oldu.

Doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesinin kalkınma dinamiklerini 30 yıldır engelleyip bu yöredeki insanların geri kalmasını sağlayarak, terör örgütü ve arkasındaki güçlerin esas gayesi ise kendi çirkin emellerini hayata geçirmekten başka bir şey değil. İsteklerin arkasında yatan temel gerçek ülkeyi bölmekten başka bir amaç ve gaye gütmemektedir. Temenni edilmez ama varsayalım ki bu gerçekleşti, bundan en fazla zarar görecek yine bu bölge insanı olacaktır, kendilerine yar olmayacaktır. Çünkü bu bir bağımsızlık, hakların kazanılma mücadelesi değil, bu lokmanın daha kolay yutulması için küçültülmesi sürecidir.


İşte bu acı gerçeği en önce bu bölge insanının görmesi gerekmektedir.

Evet, ülkemizde eksiklikler olabilir, gelişmiş ülkelerdeki oranda kalkınma tamamlanmamış olabilir, işsizlik olabilir, bunlar sadece bir bölgede değil, varsa bu noksanlıklar ülkemizin tamamını kapsamaktadır ki bu yönde son yıllarda önemli olumlu gelişmeler yaşanmıştır.

Mesele bir delinin kuyuya atmış olduğu taşı çıkarmak için bazı kabul edilemez tavizleri kabule ettirmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Verilecek tavizler bu taşı çıkarmak için yetmez, her yeni taviz kuyuya yeni taşların atılmasına zemin oluşturacaktır.

Netice olarak terörle hiçbir şekilde illegal amaçlara ulaşılamayacağının bilinmesi gerekiyor. Bugüne kadar Kürt halkını kullanarak veya onların haklarını savunduklarını iddia ederek yapılanlar neticesinde onbinlerce insan hayatını kaybetmiştir. Kanla beslenen terör örgütünün tek gayesi de zaten budur.

Kendisi sürekli olarak bağcı dövmeye şartlandırılmıştır, istediği kadar üzüm yese de bağın mülkiyetini istemektedir!

Sorunun çözümü öncelikle ırkçı bir anlayışı bırakmaktan geçiyor. Sorunun çözümü gerçekleri görmekten ve aklıselim yolu seçmekten geçiyor, öncelikle bu gerçekleri söz konusu bölgede yaşayan insanların görmesi gerekiyor.

19 Haziran 2012 Salı

Hain pusu!









Ne yazık ki fasit dairelerin bir yenisi daha yaşanmış oldu...

Görüşmeler, açıklamalar, yorumlar, iyimser yaklaşımlar…

Ülkemizin içine düşürüldüğü bu fitneden kurtulması için yılardır süren samimi çabalar…



Başlamadan bitirilmeye çalışılan iyi niyetli girişimler...



Öncekilerde olduğu gibi, terörün bitirilmesi için yapılan ve yapılacak girişimleri engellemek amacıyla sarf edilen yapıcı çabaları sabote girişimi tekrar yaşandı.



Yaklaşık 30 yıldır devam eden içine düşürüldüğü bu çirkin oyundan ülkemizi kurtarmak için yapılan girişimler, hep aynı çirkin yolla baltalanmış. Barıştan, huzur ve güvenden rahatsızlık duyan bu işin arkasındaki hain güçler hemen devreye girerek olumlu yönde yapılan ve yapılacak gayretleri engellemek istiyorlar. Yapılan açıklamalara bakılırsa terörün bitirilmesi yönünde kararlı bir irade ortaya koyulmuş görünüyor.



Başladığı günden bu güne kadar, terörün geride bıraktığı tek şey var o da kan, gözyaşı, acı…

Bu güne kadar çok sayıda kişi bir hiç uğruna hayatını yitirdi.

Sözde kazanan görüneler ise sadece bu kanlı terör örgütünün lider kadrosu ve onlara destek veren gizli güçler…



Gerek zorla ve gerekse çeşitli şekillerde kandırılarak dağa kaçırılanlar ise bir hiç uğruna hayatlarını yitirmiş oldular, sadece çıkarılan bir ırkçılık fitnesi yüzünden.

Aklı başında olan herkes de biliyor ki amaç başka. Amaç ne şunun bunu hakkını savunmak ne de hakları savunulan kesime daha iyi bir gelecek sağlamak.

Amaç örgütün lider kadrosunun ve arkasındaki güçlerin meşru yoldan değil de terör yoluyla nemalanmasına ortam oluşturmak, bu arada ülkemizi zaafa uğratmak.



Bunun en açık delil ve örneği son yaşanan baskın hadisesi.

“Sen misin?, terörü bitirmek isteyen, benim yaşam biçimimi baltalayan” der gibi yapılan girişimleri baltalamak ve engellemek için yapılmış bir hareket.



Bu son olayda örgüt içi çatışmaların da rolü olduğu şeklinde yorumlar yapılıyor.

Dahası terörün bitmesini istemeyen dış güçler…



Dış güçler kendileri açısından ellerindeki bu güçlü kozu kaybetmek istemiyorlar.



Herkesin bildiği ve kabul ettiği gibi güçlenen bir Türkiye bazılarının, özellikle yayılmacı ve istilacı emelleri olanların gözünü korkutuyor.

Lider karakteri olan, fıtratı gereği mazlum milletlerin yanında yer alan bir Türkiye ki bu karakter zulme ve vahşete karşıdır, istenmiyor.

Bu gerçeği dağa kaçırılanlar ve onlara göz yumanların iyi bilmesi gerekiyor. İşin doğru tarafını görmek isterlerse ve ırkçılık hastalığı ve kandırılmışlıktan kurtulurlarsa o zaman kan dökülmesi durur. O zaman istedikleri gibi iş, çalışma ve yaşam şartlarına kavuşma imkânına kavuşurlar.



İçine düşürüldükleri ihanetin ne nedenli haince ve çirkince hazırlanmış bir tuzak olduğunu anlamakta geç kaldıkça gülen taraf sadece bu işin araka palanında olanlar olacaktır. Bir ırkçılık uğruna, dış güçlerin ve birkaç azınlığın menfaati uğruna ülkemizin on yıllardır içine düşürüldüğü bu hain pusudan kurtulması için terör sempatizanlarının artık gerçekleri görmekte geç kalmamaları gerekiyor. Anlamsız yere oluşturulmuş kin, nefret, ayrıştırma çabaları ve kan üzerine kurulmuş olan terörün bitirilmesi, uzlaşma ve huzur için atılan adımları baltalamaktan vazgeçilmesini gerektiriyor.

Sonu olmayan bu bataklıktan kurtulmanın tek çözüm yolu terör örgütünün silahı bırakması…

Şahadet şerbeti içen şehitlerimize Allahtan rahmet, yakınların sabırlar dileriz.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Rio+20: daha iyi bir gelecek






Sürdürülebilir gelişmeyle ilgili uluslararası toplantı Rio+20, hemen hemen bütün dünyadan devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla Brezilya’da yapılıyor.

Birlemiş Milletler Sürdürülebilir Gelişme Konferansı olarak bilinen toplantı 20-22 haziran tarihlerinde Brezilyanın Rio de Janerio şehrinde düzenleniyor. 

Dünya bir taraftan çevresel sıkıntılarla karşı karşıya bulunurken, diğer taraftan da küresel ekonomik krizin etkisini yaşıyor.

Ekonomik kriz ve neticesinde işsizlik üzerine yapmış olduğu olumsuz etki Meksika’da yapılmakta olan G20 toplantısında ve hemen arkasından daha kapsamlı olarak Rio+20 diye bilinen, sürdürülebilir kalkınma konferansında ele alınarak çözüm aranacak.

Rio konferansı bütünsel, adil ve ileri görüşlü bir yaklaşım amaçlıyor sorunların çözümünde.

Toplantının ana temasını öncelikli olarak çevre ve ekonomi arasındaki buluşma noktasına odaklanan yeşil ekonomi oluşturuyor.

Yeşil ekonomi kavramı son yıllarda yer küremizin içinde bulunduğu çevresel sıkıntılardan dolayı önem kazanarak uygulamaya konulması için bazı yaptırımların eşliğinde yürütülüyor.

Amaç yeşili korumak ve bu vesileyle başta insan olmak üzere, bütün canlıların daha sağlıklı bir ortamda hayatlarını sürdürmesini sağlamak…

 Bunun için kalkınmadaki mevcut paradigmaların değişesi gerekiyor. Klasik anlamda yapılan yatırımlar, yani bir şeyler üretirken çevreye olan tahribatı en az seviyeye düşürecek şekilde geliştirilen teknolojilerin uygulanması amaçlanıyor.

Böylece insanların beslenmesinde temel olan kaynakların korunmasına önem atfediliyor. Yeşil ekonomi anlayışı su ve toprak kaynaklarının ve ormanlık alanların kirletilmeden korunmasını hedefliyor. 

Günümüzde yaklaşık bir milyar insan temiz içme suyuna ulaşamıyor, yine bir o kadar insan gıda güvenliğinden yoksun yaşıyor. Çoğunluğu çocuklar olmak üzere milyonlarca insan sağlıklı içme suyu ve sanitasyon eksikliğinden dolayı hayatını yitiriyor her yıl.

Bunların içinde en çok sıkıntıyı çekenler ise yakınımızda yer alan yıllardır işgal altında bulunan Filistinliler ve Gazeliler. İsrail ablukasında bulunan savunmasız bu insanlar hayatlarını yitiriyor ve bu insanların en temel hakları ihlal ediliyor.

Savaşların su kaynakları ve sanitasyon tesisleri üzerine yaptığı olumsuz ve tahrip edici etkisi nedeniyle yine yakın komşumuz Suriye halkı güvenilir içme ve kullanma suyundan mahrum bırakılarak her gün ölümle karı karşıyalar.

İşgal altında olmaları dolayısıyla geçimlerini sağlamak için en tabii hakları olan ekonomik faaliyetlerini yerine getiremiyorlar. 

Rio konferansı bugün dünyanın özellikle Afrika, ülkemizin yakın komşularının ve yakın çevremizde bulunan ülke insanlarının yaşadığı insanlık dışı sıkıntıların tartışıldığı ve çözüm arandığı yerin olmasını umuyoruz.

Çabalar bugün dünyanın içinde bulunduğu zorlukları aşmak için ve mevcut yapıyı değiştirmek için olacak. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, “Bir araya gelip gücümüzü birleştirdiğimizde, dünyanın içinde bulunduğu sıkıntıların üstesinden gelecek değişimi yapabiliriz,” diyerek mazlumlara ümit veriyor.

16 Haziran 2012 Cumartesi

Başkanlık sistemi








Son yıllarda ülkemizde zaman zaman gündeme gelen ve tartışma konusu olan başkanlık sistemi, görünen o ki yeni anayasa yapım sürecinde üzerinde durulacak önde gelen konulardan birini oluşturacak. Parlamenter sistemin çok sayıda darbelere maruz kalmış olmasının bir neticesi olarak başkanlık sistemi bir alternatif olarak ileri sürülmüş olabilir.

2014 yılından itibaren cumhurbaşkanının seçimle işbaşına geliyor olması bir bakıma başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçişin yolunu açmış oluyor.

Yapılan yorumlara göre, başkanlık sistemi ile ilgili olarak fiili bir durum başlamış olacak.

Günümüzde en iyi bilenen şekliyle başkanlık sisteminin Amerika’da uygulandığını görüyoruz. Amerika’ya bu ülke tarafından birleşik devletler denilmesinin bir nedeni de her halde bünyesinde birçok farklı etnik unsurları bulundurmasından ileri geliyor. Bildiğimiz kadarıyla dünyada bulunan bütün milletlerin, ırkların ve dinlerin bulunduğu bir ülke.

Saf bir ırktan ve milletten oluşmuyor. Bu çoklu yapıyı ayakta tutan en önemli unsurlardan biri bu ülkenin ırkçılık ve milliyetçilik söylemlerinden ziyade ülke ve birlik söylemlerini öne çıkarmış olması oluyor.

Her fırsatta Amerika’nın çıkarları ön planda tutuluyor, şu veya bu grubun değil. Yani ülkeyi zaafa uğratacak söylemler pek revaç görmüyor.

Başkanın politik altyapısı ve geçmişi olmasına rağmen seçildikten sonra göründüğü kadarıyla politik kimliğiyle pek ön plana çıkmıyor; politik kimlik ikinci planda tutuluyor.

Yani başkanlık sisteminin siyaset üstü bir yönetim yapısına sahip olduğu görülüyor.  Belki de Amerika’nın bugün için dünyanın süper gücü olması başkanlık sisteminin parlamenter sistem kadar politik olmamasından ileri geliyor.

Ülkemize gelince, Ak Partinin iktidara gelmesinden sonra başkanlık konusu gündeme gelmiş ve özellikle 2014’de yapılacak seçimle sistemin değişip değişmeyeceği tartışmaları ve yorumları yapılıyor. Yapılacak seçimle parlamenter sistemin 2014’den itibaren siyasi ağırlığı azalmış olacak.

On yıldan beridir iktidarda bulunan Ak Partinin yönetim anlayışına baktığımızda geçmiş yıllardaki gibi tamamen politik anlayışlı yönetim değil de başkanlığa, bir diğer değişle toplumun bütün kesimlerini kapsayan bir hizmet anlayışına sahip olduğunu görüyoruz.

Bu yönetim anlayışı da ülkemize yaptığı hizmetlerle geçtiğimiz on yıl boyunca başarılı olduğunu göstermiş oldu.

Bu nedenle başkanlık veya ilk anda yarı başkanlık sistemine geçiş ülkemizin mozaik yapısı için daha uygun ve birleştirici olacağa benziyor.

Parlamenter sistemin siyaset ağırlıklı oluşu ve uzun yıllardır ülkemizde uygulanıyor olması sistemde bir değişikliğe gidilmesini gerektiriyor olabilir.

2014 yılı bu konuda bir ilkin yaşandığı yıl olacak.

Resmen olmasa da fiili bir başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçiş ülkemiz yönetiminde yer alacak, geriye yasal düzenlemeler kalmış olacak.

Amerika’daki başkanlık sistemine göre, başkan hükümet ve ülkenin başkanı, silahlı kuvvetlerin başkomutanı, baş yasa koyucu, baş diplomat, icranın veya yürütmenin başı olarak görev yapıyor.

Yarı başkanlık sisteminin en bilinen örneği olan Fransa’da ise başkan ve başbakan ülke yönetiminin aktif katılımcısı; başkan başbakanı atıyor hükümeti kurması için. Ülkemiz için ilk anda daha çok yarı başkanlık sisteminin daha uygun olacağı şeklinde bir yaklaşım var. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine iki yılı aşkın bir süre var, bu süreçte konu herhalde daha çok konuşulacak ve tartışılacak.

10 Haziran 2012 Pazar

Terörün bitirilmesi








Ülkemizin bir bakıma huzur ve kalkınma dinamiklerini boyunduruğu altın almış olan terör konusu nasıl olduysa 1999 yılında terörist başının teslim alınması ve sonrasında 1999 yılındaki genel seçimlerin sonucunda ortaya çıkan siyasi tabloyu hazırlaması şeklinde yorumlara yol açmıştı. DSP ve MHP ağılıklı olarak sandıktan çıkmış ve ülkeyi 2002'de yapılan 3 kasım genel seçimlerine kadar yönetmişti. O dönemin bu iki siyasi partisi 2001 krizine yol açarak ülke ekonomisinde çok derin yaralar açmış, buna bağlı olarak birçok işyeri ve banka iflas ve kapanmayla karşılaşmıştı. Neticesinde çok sayıda kişi işsiz kalmış, bu umutsuz tablo karşısında gerek içerdeki ve gerekse dışarıdaki yatırımcı güveninin kaybetmişti. Yatırımcıdan toplumun her kesimine kadar ülkeye istikrar ve güven getirecek, içine düştüğü çaresizliği ümide ve huzura dönüştürecek ve seçimle işbaşına gelecek yeni bir hükümet arayışına girilmişti.

İşte 3 kasım 2002 genel seçimleri ülkemiz için bir dönüm noktası oldu. Kuruluşunun ardından kısa bir süre sonra Ak Partinin iktidara gelmesiyle ülkemizde büyük bir değişimin süreci başladı. Bu değişim ekonomiden ihracat artışına, üretimden tüketime, ülkemizin önünde uzun yıllardır çelikten örülmüş bir duvar gibi duran tıpkı Berlin duvarı gibi kalkınmanın, gelişmenin önüne çekilmiş olan tabuların yıkılarak, ülkemizde özgürlük ve kalkınma dinamikleri harekete geçmeye başladı. Belki de hiç kimsenin beklemediği ve tahmin edemediği ölçüde pozitif gelişmeler yaşanmaya başladı.

Statüko yıkılmaya başlamış ve bu yapıdan nemalanan azınlık rahatsız olmaya başlamıştı. Türkiye o günden bugüne kadar önünde duran engellerin yıkılmaya başlamasıyla önemli gelişmeler kaydetmeye başladı. Statükonun prangalarından kurtulmaya başlayan ülkemizde kalkınma ve gelişme patlamalarının süreci başladı. İşte bu dinamikler harekete geçmeye başlayınca birileri ürkmeye başladı!

Nasıl yapılan darbe sonrasında 12 eylül 1980 sabahı kanlı terör faaliyetleri bıçak gibi kesildiyse, 1999 yılında örgüt liderinin teslim edilmesiyle ülkemize huzur gelmiş ve birkaç yıl terör tamamen durma noktasına gelmişti. Ak Parti iktidarının göstermiş olduğu performans birilerini rahatsız etmeye başlamış beklentilerini bulamamışlardı. Birkaç yıllık aradan sonra kan içiciler bir hayli zayıflamış olacak ki o meşum terör yeniden sahne almaya başladı. Kendisine yaptığı savunma kalkanı ise haklar üzerinde odaklanıyordu...

Geçmişte uzun süren ihmalkârlıkların neticesinde birtakım yanlışlıklar, hatalar yapılmıştı. Kalkınma hamlesi eksik ve yanlışlıklarla başlamıştı. Denge unsuru bilerek veya bilmeyerek gözetilmemiş işin içine sosyolojik unsurlarda katılarak terör için çok önemli bir malzeme oluşturulmuştu.

Terör örgütü aslında söz konusu bölge insanının en önde gelen sıkıntısı olan işsizlik ve kalkınma konusunu işlemek yerine, meseleyi tamamen ırkçı bir temelden ele alarak işlemiş ve geçen uzun yıllar boyunca bu bölgeyi ve bu bölge insanını ülke genelinde; diliyle, diniyle, adet ve gelenekleriyle tamamen yabancı ve ayrı bir unsur olarak zihinlere işleme yolunu seçmişti.

Asırlardır birlikte yaşadıkları topraklarda birden bire yabancı bir unsur varlığı kendini göstermeye başladı sanki!

Meseleye yine ırkçı bir açıdan bakılarak “Kürt sorunu” denildi. Bunun altında yatan gerçek ülkeyi bölünmeye götürmek ve bundan sonra diğer unsurları devreye almak idi…

Ülkemizin yaşadığı terör eylemlerine baktığımızda sadece söz konusu bölgede değil ülkenin her tarafında farklı şekillerde zaman zaman kendini göstermekte. Terörün ülkemizin her köşesinde altyapısı var. Bunun ipleri başkasının ellerinde, ne zaman canı isterse çirkin emellerine ulaşmak için devreye girecek gibi bir yapılanma içine girilmiş.

Hain güçler silahlarını her zaman tetikte tutacak gibi yapılanmış.

Son günlerde terörü bitirmek için ana muhalefet partisinin iktidar partisiyle görüşerek ortak tavır almaları olumlu bir yaklaşım olarak karşılanmakta. Henüz konunun ayrıntıları belli değil, ancak bu sefer terörü temelinden çözmek için ciddi adımların atılması bekleniyor. Çünkü bugüne kadar akan kandan geriye kalan hüzün, acı, keder ve gözyaşı oldu. Gereksiz yere husumet oluşturarak, kanın akıtılmasının sorunun çözümünde hiçbir rolü olmadı. Terör örgütü bugüne kadar arkasına almış olduğu özellikle dış güçlerin desteği ile haksız ve sebepsiz yere çok kan dökülmesine neden oldu. Bu işin silahla çözülmesinin mümkün olmayacağı olsa bile daha çok zaman alacağı ve bunun da her bakımdan ülkemize büyük zararlar vereceği bir gerçek.

Ancak sorunu sadece bir dil sorunu olarak kabul etmek başka sorunların doğmasına yol açabilecektir. Mozaik bir yapıya sahip olup, hemen herkesin Türkçeyi konuştuğu; Osmanlı döneminde Osmanlıca resmi dilken bugünde bütün unsurları bir arada tutan Türkçe resmi dil olarak kullanılmakta.

Netice olarak gelinen son noktada terörü çözmek için başlatılan yeni girişimde siyaset kurumunun görev üstlenerek ve aynı zamanda akil insanların bu hususta görev alacağı konusu üzerinde duruluyor. Akil insanların kuracağı diyalog önemli görev üstlenecek, gerçeklerin bütün açıklığıyla ele alınarak çözüm için ikna yolu seçilecek. Temennimiz bu defa ülkemizi bugüne kadar maddi ve manevi olarak büyük sıkıntılara ve kayıplara sürükleyen terörün bitirilmesi…




8 Haziran 2012 Cuma

Uluslar arası toplumun uluslar üstü devleti








Sınır tanımaz bir anlayışa sahip olan İsrail hükümeti parlamentosunda aldığı kararlarla kendisinin uluslar arası bir dokunulmazlık zırhına sahip olduğunu her zaman için gösteriyor.

Uluslararası hukuku ve insan haklarını kendi anlayışına göre yorumluyor olmalı ki bu hususta işine geldiği gibi başkalarının topraklarında at oynatıyor.

Temel insan hakları ve hukuki konularda sınır tanımaz bir anlayışa sahip olduğu bilenen bir gerçek.

Bu temel kurallara bütün ülkelerin göstermiş olduğu titizliği bu ülke söz konusu olduğunda kimsenin ciddi manada sesi çıkmıyor veya çıkaramıyor ya da bir iki cılız sesten başka bir tepki gelmiyor.

Bunun da usulen yapılması gereken kınama olması nedeniyle bir müddet süren sessizlikten sonra aynı hukuk ve hak tanımaz tutum devam ediyor.

Hukuku tanımayan ve temel insan haklarına saygılı olmayan bir ülkenin, olması gereken normlar içerisinde bir devlet olduğunu kabul etmekte tabii olarak insan zorlanıyor!

Sorunlarını hukuk çerçevesi içinde değil de, sadece kendine has metotlarla arkasına aldığı güçlerle hal yolunu seçmiş bir ülkenin uluslar arası hukuka saygılı olması zaten pek beklenemez.

Yapmak istediği hukuk dışılığı parlamentosunda aldığı bir kararla uygulama safhasına gidiyor. Parlamentosunu uluslar üstü bir yasama organı gibi görüyor.

Son aldığı kararla yine Batı Şeria’da yerleşim yeri açacağını ilan etti. Yani kendisine ait olmayan topraklar üzerinde istediği gibi kullanım hakkı olduğunu dünyaya ilan ediyor.

Bu anlayışla, bu devlet uzun yıllardır Filistin toprakları üzerinde yaptığı baskı ve zulmü yarın başka bir devletin toprakları üzerinde de yapma hakkını bulacağı görüntüsünü veriyor.

Bugüne kadar yapmış olduğu haksız uygulamalardan dolayı, nasıl olsa uluslararası kurumlardan ufak bir kınamadan başka caydırıcı bir tepki almayacağını biliyor. Hiçbir yaptırımla karşılaşmayacağı garantisine sahip olduğuna göre, hukuk dışı anlayışında bir değişiklik olmayacaktır.

Gösterdiği gerekçelerin uluslar arası hukuka ve temel insan haklarına aykırı olmasının kendi açısından bir sakıncası yok.

Bu anlayış aynı zamanda kendi insanından başkasına vermiş olduğu değer anlayışının bir göstergesi oluyor.

Hele şu sıralarda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ise kendisi için bulunmaz bir fırsat. Iran nükleer silah üretmeyle itham ediliyor, yıllardır denetim altında ve bu ülkeye yaptırım uygulanıyor.

Oysa İsrail’de de nükleer silah olduğunu uluslar arası toplum biliyor, kimse bu hususta uluslar üstü özelliği ve dokunulmazlığı olan İsrail’e bir şey diyemiyor ve tehdit olarak görmüyor.

Suriye’de bir yılı aşkındır süren iç çatışma İsrail için bulunmaz bir durum. Irak istikrarsızlığını sürdürüyor.

İsrail’in son aldığı kararla yapacağı yeni yerleşim yerlerini Birleşmiş Milletleri kınamış ve 'iki devlet planlı barışı' anlayışını baltaladığını ifade etmiş. Fakat İsrail yönetimi için zaten barış diye bir çaba yok. Barış diye bir derdi yok. Yapısına pek uygun düşmediği için o konuda bir çaba göstermiyor. Bugün Ortadoğu’da yaşananlar tam da İsrail’in istediği gibi. Böyle dumanlı hava da her zaman bulunmaz!


6 Haziran 2012 Çarşamba

Ekonominin yükselen performansı







Türk ekonomisinin göstermiş olduğu yüksek performans dikkat çekiyor. Davos’a gitmeyen Türkiye, ‘Dünya Ekonomik Formu’ diye bilinen toplantıyı İstanbul’a getirmiş oldu.

Türkiye ekonomisi hemen hemen bütün uluslararası toplantı ve oturumlarda dile getiriliyor, övgüyle bahsediliyor.

Gerek 2008 yılındaki küresel ekonomik kriz ve gerekse yaklaşık bir yıldır etkisini gösteren avro bölgesinin yaşadığı ekonomik krize rağmen, Türkiye ekonomisi dünyadaki ve Avrupa’daki ekonomik krizden şu ana kadar fazla etkilenmemiş görüntüsü veriyor.

Sınır komşularımıza baktığımızda, Yunanistan ekonomik krizi en ağır yaşayan ülkelerden biri, Suriye'de siyasi çalkantı nedeniyle hayat felç olmuş, dolayısıyla ekonomik faaliyet de durma noktasına gelmiş. Bir diğer yakın ilişkiler içinde olduğumuz ülke ise Irak; yönetimin yapmış olduğu yanlışlıklar yüzünden tam manasıyla huzur bulamadığı gibi aynı zamanda ekonomik faaliyetler istenilen seviyeye gelemiyor. Irak yönetiminin küçük ve anlamsız takıntıları ülkeye huzurun gelmesini engellediği gibi, kalkınma açısından da istenilen seviyeye yükselmesine engel teşkil ediyor.

Kalkınmada rol oynayacak dinamikleri kısır politikalar yüzünden harekete geçiremiyor.

Ülkemizin üç önemli komşusunun içinde bulunduğu durum ister istemez, kısmen de olsa, bizi de olumsuz etkilemiş olacak.

Ülkemiz bir bakıma küreselleşen dünyada gerek Avrupa ve gerekse komşu ülkelerinde yaşanan olumsuz gelişmeler nedeniyle kalkınma potansiyelini tam kullanamıyor.

Bu nedenle yakın komşularının durumundan kaynaklanan ticaret açığını uzak ülkelere açılarak telafi etmeye çalışıyor.

Bu durum aynı zamanda ülkemiz iş dünyası için söz konusu ülkelerin ihtiyaç ve taleplerine göre bir üretim modeli geliştirmesini gerektiriyor olacak.

Gerek genel dünya konjonktürü ve gerekse komşu ülkelerde yaşanan siyasal gerginliklerin ülkemizin genel ekonomik durumunu olumsuz etkilemesine rağmen, dünya genelinde çoğu ülkelerden daha iyi durumda ve sahip olduğu kalkınma potansiyeli ve hızıyla üst sıralarda yer alıyor.

Son on yıldaki Ak Parti hükümetlerinin tutarlı, karalı ve meselelerin üzerine cesaretle ve reformcu bir yaklaşımla gidişi ülkemizi gerek ekonomik yönden ve gerekse politik yönden eskiye oranla çok daha güçlü konuma getirmiş.

Demek ki sırtında taşıdığı suni ağırlıklarından ve parazitlerinden tamamen kurtulmuş durum gelmiş olsa, mevcut kalkınma hızı daha yukarılara çıkacak.

Ekonomide uzman olan yabancı kuruluş ve figürlerin genel olarak ekonomimize övgü yağdırmalarının altında yatan gerçeklerden birinin ülkede istikrarlı ve işini bilen bir hükümetin işbaşında olmasından ileri geliyor. Yönetimin çevresine güven vermesiyle gerek içerdeki ve gerekse dışarıdan gelecek yatırımcılar için cezp edici bir durum oluşturuyor. Bir başka deyişle yatırımcıyı kaçıran değil çeken bir yönetim anlayışı var.     

Uzun yıllardan beridir ayağına takılan suni prangalardan kurtulmaya başlayan ülkemiz kalkınmasına hız kazandırmış.

Suriye’ye demokrasinin gelmesi, Iran ve Irak'ın anlamsız takıntılardan kurtulması halinde, hem ülkemizin ve hem de söz konusu ülkelerin ticaretinde kayda değer sıçramalar olacaktır.

1 Haziran 2012 Cuma

Rio+20 targets a better future

 

Since human beings have begun to recognize the destructive effects such as hurricane, climate change, global warming, flashfloods, air pollution; afterward searches have been launched for mitigating fatal results of the unwanted and abrupt events. The researches highlight an obligation so as not to devastate nature excessively. Otherwise, number of calamities and frequencies could be inevitable.

Along with the searches, we have met necessarily with new concepts especially the word “green” has a crucial place in all living creatures.

Green means the sign of life, vitality and remaining in existence. For these reason it requires consciousness, protection and sustainability for green areas in the world.

Type of economic systems and living habits and traditions have a crucial role to allow environment to be suitable primarily for human beings and then other creatures. Since the industrial revolution, many technologies and production techniques have entered into force without taking into consideration their possible aggravated negative results…

However, after a point, when something has begun to go wrong and the normal system has begun to alert, too.  

In the last two decades unwanted destructive events have steadily increased its dosage on environment. Due to these negative developments, solution suggestions have been entering into force in order to mitigate harmful effects on environment.

Now increasingly related institutions and bodies across the world try to constitute awareness against the destructive events and to solve the huge environmentally problems which human beings have suffered.

On behalf of claiming the natural assets, one of the foremost things is economic model and production techniques.

The new paradigm in economic activities is green economy and green economic model is being advocated for being adopted across the world. Because of the current situation requires a new paradigm and solutions for overcoming the huge environmental disputes.

In the scope of the new economic paradigm, producers and consumers must focus on green economic model concept. Fulfilling this vital duty, necessary regulations, education and awareness have a crucial role in order to recover the environmentally distorted and aggravated world.

The experts and responsible establishments say, “We need to put our world on a more sustainable path: economically, socially, and environmentally.”

The United Nations show noteworthy efforts in order to harness the power of partnership to shift the world onto a more sustainable trajectory of growth and development.

In this framework in June, Rio+20, the United Nations Conference on Sustainable Development, is being held to take a concrete step forward in this regard.
There is also another action called ‘Millennium Development Goals’ which was constituted in leading of United Nations aims to eliminate poverty, waterlessness and hunger in the world that will end in 2015.

Despite this action being into force for 12 years, it cannot be said that the action has achieved aimed problems thoroughly, but positive developments have occurred according to the UN. Now a new planning is considered for post-2015.

Rio+20 meeting is regarded to provide an opportunity for “a future of greater prosperity and equitable growth on a healthy planet for current and next generations.

So governments would be urged to take action on a number of important global issues for the sake of future generations by Rio+20 conference.

Rio+20 conference aims to let seven key areas should be taken into action by governments to help generate decent jobs; advance food security and sustainable agriculture with a push for zero hunger; universal access to sustainable energy; universal access to safe drinking water and sanitation; provide guidance on sustainable use, management and conservation of oceans; build institutions to support sustainable development at all levels; and advance a process of defining Sustainable Development Goals.